Zamanın her ânı hiçbir şeyi tebliğ eder gibi kötücül mevsimler sürüyor önüme. Gerçi derlediğim çiçekler hep yanlış mevsimlerde solup kurudular Nora. Her gece sıtma nöbetlerine tutuluyorum. Mektup sıtması. Yokluk ve yoksunluk nöbetleri.
Onca beklemeyi bir yalana sığıştırıyor zaman. Kuşlar, kırmızı kiremitli çatılar ve koca şehir, hep birlikte mektubunu ve güneşi bekliyoruz, seni bekliyoruz Nora.
Bir martı gökyüzünden bakıyor şehre. Oradan mahzun görünüyor olmalı her şey. Şairler, ozanlar, işçiler, fabrika bacaları ve trenler mahzun. Çerçinin biri son anlam kırıntılarını topluyor şehrin yorgun sokaklarından.
Sahile yürüdüm. Bunu seninle sık sık yapardık, hatırlıyor musun ? Deniz bu akşam bir kuş toplu mezarı görünümünde. Martı leşleri kusuyor. Küçük dalgaları kumlu kıyıyı dövüyorlar.
Uzakta büyükçe bir dalganın yükseldiğini, büyüdüğünü, yaklaşıp şekil ve renk değiştirdiğini, kendi üzerine dolandığını, kırıldığını, yok olduğunu sonra geriye döndüğünü görüyorum.
Düğümü kopartarak çözen, hayatın sert dalgası gibi, hacimli. Kıyıya doğru giden değil, hep uzayıp ırayan büyük atlasa doğru, hep yitişe, gitmelere doğru bir dalga. Hayat dalgası yorulmadan kendini hep dışa vurur, değil mi ?
Şehrin yapay ışıklarına aldanıp sudan uzaklaşarak ızgara deliklerine düşen onlarca Caretta yavrusunu izliyorum. Bazılarını kurtarıp suya bıraktım. Sularda tekin değil ki. Suphi’nin Maria’sını, Virginia Woolf’u düşün. Rögarların ızgaralarına basmaktan çekinirim hep. Çünkü yeraltına sıkışmış bir varlığın üstüne bastığım hissine kapılırım.
Düşünsene, ışık yön bularak hayatta kalma ihtimalini askıya alan bir işlev görebiliyor demek ki. Tam o anda yumurtalarını nereye bırakacaklarını bilen balıkların, ışığa ulaşmanın yolunu bulmayı beceren ağaçların sırrını düşündüm. Yön ve yuva bulma arayışındaki kodlanmayı düşündüm.
Varlıklarımızı anlamlı kılmak için nihayetinde hepimiz hayat haritamızda güvenli bir yuva aramıyor muyuz?
Işık demişken kapıyı bana ilk açtığın anı hatırladım, ayaklarımıza düşen ilk ışık huzmelerini… Işık ve gölgenin o anda sürekli inip kalkan perdesini gördüm. Giderken kapıyı sertçe vurup kapatan yine sendin. Sarsıntıdan bir yıldız aşağı yuvarlanıyordu. Onun boşlukta hemen yanı başımdan aşağılara düştüğünü gördüm. Sönmüş bir şeydi. İçimi fena bir önsezi kaplamıştı. Belki boşluğa yuvarlanıp düşen o yıldız sendin.
Az ötede kızlı erkekli gençler ateş yakmış eğleniyorlar. Gençler Carettaları kurtarmamı gülerek izliyorlar. Bu şaşırtıyor beni. Doğada her şey sence de bir parça tanrılık ve tanrısızlık taşımıyor mu?
Ateş demişken Nora, varoluşu için için yakan ayrılık ateşlerini sen öğrettin. Soğumayan külün yasası olmadan aynı yerden defalarca tutuşulamayacağını da…
Hem esirgeyici hem korkunç hem iyi hem kötü bir tanrıdır ateş. Onu içimizdeki tutuşabilir tüm maddenin birleşme merkezi olarak düşündüm. Aşk ve ayrılık, dehşet ve görkem, aynı yakıcılıkla aynı tuvalin içinde barınıyorlar. İyice pişmek için o direngen korda belki yanmamız gerekiyordu.
Çocukluğumun Paskalyalarında annemin kızıl korların üstüne yatırdığı yumurtaların yarılan karnını düşündüm. Ateşim vardı. Ocakta parıldayan ateşin yüzüme çizdiği kızıl gölgeler yüksek ateş yüzünden belli olmuyordu Hastaydım o zamanlar. Çocuk aklımla bakışlarının hastası.
İşgale karşı bir Kızıl Ordu askeri gibi babam hep başucumda, ya da ben öyle olsun isterdim, seni de Paris Komünü’nde bir Nathalie Lemel olarak düşündüm Nora.
Bu şehirde insanlar sanki çabuk yaşlanıyorlar. Saçları örümcek ağına benzeyen adamın biri işlek caddenin birinde soluklanmadan konuşuyor. Susturulmuş olanlara karşı ahlâki zorunluluktan mı, yoksa anılarından kendisini korumak için mi bunu yapmakta, emin değilim.
« Muhabbete hizmet etmeyen Her şey bir kuruntu ve gereksizliktir » diyor. Kadının biri yaklaşıp elini sıkmak istiyor adamın. Adam, « Dış dünyayla temastan kaçınıyorum » diyerek boşta bırakıyor kadının elini.
Muhtemelen bir yenilgi ve kapanma insanı. Galiplerin devri her zaman kısadır; mağluplarınki anlatılamayacak kadar uzun. Herkes yenilginin iyileştirici sükunetini unuttu. Herkes başarı için cinnetli bir boğuşmanın içinde. İnsanlar köpeğini aşkım diye çağırıyor. Mezarlıklarda ziyaretçi kalmadı. Aynadan korkan kalabalığa karışıyor.
Biricik pusulam olacak dili bana sen öğrettin! Anadilim oldun Nora. Bana bir isim verdin. Varlığım oldu. Ona inandım. Bir yuva gösterdin. O yuva sığınağım olsun istedim. Bir doğrultu gösterdin, istikametim olsun istedim, sana doğru yürüdüğüm. İnandığın şeyi bana öğretmek beni kendin kadar sevmektir, unutma!
Kalbimi tapınağın olarak düşün. Ayrılığı, gün ışığı kadar güzel yüzünde gecede kısa bir ay tutulması olarak…
Orpheus söylencesini bilir misin? Arkana bakmayacaksın yasasını çiğnediği için Eurydice’sini sonsuza kadar yitiren Trakyalıyı ?
Giderken boynuma sarılma. Hıçkırıkların artık bir anlamı yok. Arkama bakmamalıyım. Arkana bakmamalısın.
Doğanın tekrar tekrar doğduğunu görmüyor muyum sanıyorsun? Hiçbir şeyin yok olmadığını, dünyada hiçbir şeyin ortadan kaybolmadığını görmediğimi mi düşünüyorsun? Bugün insan, yarın toprak kurdu, öbür gün kelebek, çiçek, daima var değil mi? Sen daima olacaksın değil mi?
Ben bir Kasım adamıyım Nora. Tanı beni! Gökyüzünün koyu bulutlarla kaplandığı bir güz günü ölmek benim için zor değil. Aslında bu sürüklenişi çoktan durdurmalıydım. Tepeye çıkan yolu, arkasından akan ırmağı, bitmeyen, süregelen, süregidecek zamanı, onu artık hiç ama hiçbir yere götürmeyecek yolu, dönüşü, kaçışların bu en sonuncusunu, kurtuluş-vazgeçiş özdeşliğini durdurmalıydım. Geriye dönerken izlemem gereken yolun zaten sonu yok.
Aslında bu inatçı tekerrürde bir akış olduğunu biliyorum. Diyorum ki, her şey aksa dışarıya. Saf aşktan, bir Ben’den ibaret kalsam. Bu kadar çok üzgün yüz geçmese yüzümün içinden.
Dilin pınarlarını serbest bırak Nora! Konuş benimle. İnkâr etme kalbin mucizesini. Yeter ki seslen, yeter ki el ver, geleyim, sana her zaman, bir daha değil, ama hep yeniden…
Bir cevap yazın