Evden dışarı çıktı. İçeride bunalmıştı. Yenilikleri hurda, zamanı saatsiz bir gündü yaşanan.
Güneş az önce Torosların arkasında gözden yitmiş, karanlık doğuda yükselip gökyüzüne
yıldızlar serpiştirmeye başlamıştı.
Dağları örten kışın ilk karı ve Akdeniz’den gelen son güz sıcakları arasında bir yerdeydi
mevsim.
Yürüdü nehir boyunca. Sazlığa geldi. Gölgesinin durduğu yere. Toprak katıydı orada.
Basılmış ve düğüm düğüm. Nehrin yukarısına gidecek gemilere malların yüklenmesini
seyretti.
Köprünün ortasında, bir insan karaltısı duruyordu. Köprünün korkuluklarına dayanmış evsiz
biri penisini ölü bir hayvan gibi elinde tutarak nehre işedi. Ardından “Ellerini cebinden
çıkarma” dedi. “Donar sonra. Tam da kavuşma zamanı ellerin donsun ister misin? “diye sordu
Yusuf’a.
Ya kirden ya da alaca karanlık nedeniyle yüzü çok iyi seçilmiyordu adamın. “Az önce
gökyüzünde kuyruklu bir yıldızın söndüğünü gördüm. Kuyruğu korunaksızdı. Dondu. Bu
yüzden sönmüş olmalı” diye konuşmayı sürdürdü. Kuru bir ekmeği kirli pantolonunun
cebinden çıkarıp Yusuf’a doğru birkaç adım attı. Yüzü laternaların altında belirginleşti.
Yusuf’a şaşılacak denli benziyordu. Gözleri hareketsiz ve karaydı. Yusuf’a dikiliydi.
“Karnın aç mı? Bir parça ister misin?”. Yusuf’un ürktüğünü anlamış gibiydi. “Biliyorum,
buraya bu saatte gelenlerin karınlarından çok ruhları aç olur genellikle” diyerek sert ekmeği
ısırmaya başladı.
Nehrin kıyısının bu saatlerde tekinsiz olduğunu küçükken annesi anlatırdı. Eskiden, nehirde
gövdeleri şişmiş yüzleri morarmış adamlara rastlandığını söylerdi. Yusuf karanlık adamın
dalgınlığından faydalanıp hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Yoldan dar bir sokak ayrılıyordu. Sokağa daldı. Ve hızlı bir yürüyüşle sokağı indi. Dar sokak
bina arkalarından geçiyordu. Balkonlarında neşeli ve garip renkli entarilerin asılı olduğu
boyasız evler yoksul Kahire sokaklarını andırıyorlardı. Sessiz sessiz çürüyen, arkası çökmüş
bir ahırın yanından geçti. Budanmamış, ot bürümüş, güneş ve arılar içinde pembe beyaz sıra
sıra meyve ağaçlarının ortasında yıkık bir ev, eskiden büyük toprak sahiplerinin varsıl
hayatlarına dair izler taşıyordu. Sokak rengi sararmış, yerinden oynamış, mütemadiyen fena
bir rutubet sızdıran eski Malta taşları ile kaplıydı. Arkasına baktı. Sokağın başı boştu.
Nehrin kenarındaki karanlık adamın kendisini izlemediğinden emin oldu. Biraz daha
yavaşladı. Gölgesi de ona adımını uydurmuş, başını çeke çeke çiti saklayan otların arasından
gidiyordu.
Duvarlara, elektrik direklerine daha tutkalları kurumamış afişler yapıştırılmıştı. “Gülmek
devrimci bir eylemdir.” “Ya bağımsız vatan ya ölüm.”, “Güzel günler göreceğiz çocuklar.”
“Yaşamak en büyük direniştir.” “Umuda kurşun işlemez gülüm” “Sana kavuşmak gibi
çocukça isteklerim oldu, bağışla” “Seviyorum seni, yaşıyoruz çok şükür der gibi.” “Kahrolsun
faşizm” gibi şeyler yazılmıştı afişlerde. Bütün bunlar, yangınların ışığıyla aydınlanan
gökyüzünün kana boyandığı bir zamanda yazılmış olmalıydı. Yazıları okurken, aralarındaki
dar ve derin koyaklardan sular çağlayan düzensiz dağ silsileleri sarsıldı içinde.
Kurtuluş, ıstırap, telafisi olmayan haksızlık, kefareti ödenmeyen suç, umut ve en çok aşk vardı
bu yazılarda. Öyle böyle değil, mersinlerin, zakkumların gölgesinde tecrübe edilmiş direngen
aşklardı anlatılan.
Afişler, hafızasında bir görüntüyü, bir rüyayı, bir adı çağrıştıran yansımaların oluşmasını
sağlamıştı. Kesin ve gerçek bir yanı olmayan ve eliyle yakalamak istediğinde buharlaşan
yansımalardı bunlar.
Zaman Yusuf’un gençliğini yıpratmış, yakışıklılığını soldurup kalbini kırmış ve her şeyi bir
mezar taşının altına saklamıştı. Eşarbını nehir sularının köpüğünde dalgalandıran bir peri
vardı anılarında. İşte orada, o uçurumun kenarında ayağı mezar taşına çarpmıştı. Mezar taşı,
hayat perdesinin yüzün üstüne serilişi gibi, gizemli biçimde üstüne örtülen tülden gelinlik
parçasıyla, meraklı dünyaya bilgi namına yalnızca Aysel’in adını bırakmıştı.
Mezarın çevresinde diğer yüzü görünmeyen şu turuncu yaprak, bu taş ve çevresindeki kalıcı
ve yoğun bütün nesneler, en anlık, en yoğun özelliklerini, güze rağmen, geleceğe doğru
uzatıyorlardı.
Aysel kaybolmadan önce bir gün ansızın Yusuf’a, düşlemler ile gerçekler arasında kimi kez
sakin sakin yalpalanan, kimi kezse tsunamiye dönüşen dalgalanmalarla önüne kattığı her şeyi
alıp götüren, ne kadarı düş ne kadarı gerçek olduğu tam anlaşılamayan şeyler anlatmıştı.
Aysel’in babası alkolik, sorumsuz, zayıf karakterli bir insandı. Ailesine düşkün olmakla
birlikte onlara bir hayrı dokunmamıştı. Çok genç yaşta konfeksiyon atölyelerinde çalışmak
zorunda kalmıştı Aysel.
Mahallenin neredeyse bütün güzel kızları ona âşık olurken, o âşık olmaya ramak kala aşkı
bırakan, kendini beğenmiş Murat’ın tuzağına düşmüştü Aysel. Murat Aysel’den epey yaşlıca,
etrafa tükürükler saçan, elleri belinde, yol kesen bir külhanbeyinin ta kendisiydi aslında. Zora
gelince vazgeçen, insanları küçümsedikçe yalnızlaşan, yalnızken düşünceleri eninde sonunda
kaçışla buluşan bir yaşam korkağıydı anlayacağınız. Ama Aysel Murat’ın karanlığa gömülü
dünyasını bilemezdi. Hatta Yusuf, Murat’ın bir gün Aysel’e, “ulumayı bırak, bıktım şu sulu
gözlülüğünden” diye bağırdığını duymuştu.
Yusuf Aysel’in kaybolduğunu duyunca kahrından kendini yeraltına kırk yıl diri diri gömmek
istemişti. Keşke kızın anlattıklarını ciddiye alıp bir şeyler yapmaya kalksaydı. Keşke ona,
çocukluğundan beri delice âşık olduğunu söyleme cesaretini gösterseydi.
Jandarma aramayı bıraktıktan sonra Yusuf Aysel’i nehrin deli sularında günlerce aramayı
sürdürmüştü. Ararken sağa sola sallanıp nefesini tutarak dalgaların tekneye vurmasını
beklerdi. Vurunca da bırakırdı nefesini. Günbatımında Aysel’in suyun yüzünde beliren silueti
dalganın gürültüsü ile birlikte binlerce küçük parçaya bölünürdü.
Metruk binalarda, köprü altlarında, surların orada, buram buram tuz, dışkı, küf ve ter kokan
havada günlerdir aramıştı Aysel’i. Ama nafile. Uzun aramaların sonunda eve elleri boş
döndüğünde makullükten sara hastalığına geçişe benzer hisler taşırdı içinde. Nabzı, Bolero’
nun Carmina Burana’sındaki geçişler gibi delice atardı.
Nehri deniz ticaretine bağlayan liman, Akdeniz’den gelen ve buğday, kereste, kenevir, katran,
arpa, yün taşıyan gemilerin uğrak yeriydi. Yusuf daha çok güneyden gelen ve kuru meyve,
zeytinyağı, şarap, kereste, muskat, karanfil, biber ve çeşitli kıymetli taşlar taşıyan gemilerin
yolunu gözlüyordu. Hatta bu gemilerin adlarını yazdığı bir defter tutmaya başlamıştı. İçinde
bir his nedense, Aysel’in bir gün böyle bir gemiden ineceğini söylüyordu. Evet, burası
olağanüstü bir limandı işte.
Yine öyle aramaların sonuçsuz kaldığı bir gündü. Nedense sezileri onu hep nehrin kenarına
sürüklüyordu. Yine köprüye geldi. Yaslandığı korkuluktan biraz ileride balıkçılar sardalye,
barlam, uskumru ve ringaları tuzluyordu. Sessizliği bıçak gibi kullanıyordu nehir.
Onuruna çok düşkün bir adamdı Yusuf. Bir kambur, bir cüce kadar da kuruntulu ve alıngan.
Zaman zaman birisinin kalkıp onu tokatlamasını ve sonra nehre fırlatmasını dilerdi.
İşte tam o sırada karanlık adam hummanın sınırlarında gezinen bir titremeyle arkasında
belirdi. “Suçluluk içinde bocalıyorsun. Seni sulara itmemi istiyorsun, değil mi?” diye sordu.
Karanlık adamın sesinde acımasız, marazi ve kesinlikle ikna edici bir tını vardı.
Yusuf az sonra derinliklere doğru yol alırken, kendini Aysel’in parmağına evlilik yüzüğünü
takarken gördü. Yüzüğü takarken bu bakir ruhu eğitmek için elinden geleni yapacağına ant
içti.
Ona doğru yol aldığı su altı adasının birinde aşkın, deli-akıllı, yabanıl-evcil, tensel- romantik
tüm biçimlerinin pastoral bir şiirin büyüsüne büründüğü bir destan yazılmaktaydı. Annesi
biraz ötede düş kırıklıklarının, hayal edilenle imkânsızlık arasındaki gerilimin, kopuşların,
ayrılığın ve sessizliğin hikâyesini anlatıyordu:
“Yusuf on yaşında bir çocukken henüz 13 yaşındaki Aysel’i gördüğü andan itibaren içine
düşen aşk ateşiyle ona yazdığı ilk mektubun yanıtını beklemişti. Mektubu postalamamıştı
gerçi, ama yanıtı beklerken tıpkı bir kolera hastasının belirtilerini gösteriyordu. Merakından
günlerce konuşmamıştı. Yemeden içmeden kesilmişti. Geceleri sabaha dek yatağında döner
dururdu. Mektubunun yanıtı uzadıkça kaygısına ishaller, kusmalar karıştı. Yön duygusunu
yitirirdi. Düşüp düşüp bayıldı. Durumu aşk perişanlığını değil tıpkı kolera yıkımını
andırmaktaydı. Eve çağırdığımız doktor, karşısında nabzı düşmüş, güçlükle soluk alan, soğuk
soğuk terleyen oğlanı görünce telaşa kapıldı. Ama muayenenin sonunda ne ateşi olduğu ne de
bir yerinin ağrıdığı anlaşıldı. Teşhis koleranınkiyle aynı olan aşk hastalığıydı. Doktor sinirleri
yatıştırmak için reçetesine ıhlamur yazarak ona hava değişikliği önerdi.”
Yedi ara istasyonla kurulan, zira Aysel yedi kilometre uzaktaki bir mahallede, yerin yedi kat
altında, göğün yedinci katında, ruhunun yedinci katmanında oturuyordu, düşsel telgraf
kardeşliği sayesinde mektuplar bu zoraki ayrılık yılları boyunca da aralıksız devam etti.
Yusuf derinliklere yol alırken, “Bütün kayıplar ve yanıtlar önceden bulunmuş olacağı için
ortada ne soru ne de kayıp diye bir şey kalmayacak. Sırçadan bir köşk kurulacak. Anka kuşu
uçup gelecek.” diye ıslak düşler geçirdi içinden.
Bir cevap yazın