“Hemen pes etme.”
“Hemen pes etme mi? Bu ülkede umut etmek bin yıldan başlar bilmiyor musun?”
***
Üzgün hikâye kitapları, yarısı duvardan aşağı sarkan tablo, tavanın köşesine yuva yapmış örümcek ağları, toz kokusundan varlığı unutulmuş minderler, rimeli akan kadını anımsatan baca deliği, kırılmış bir cam ve o camın ayıbını kapatır gibi önüne set çekmeye çalışan bir kadife perde.
Bu evde umut etmek bin yıldan başlar. Biliyorum.
Bavulu, odanın ortasında hiç açılmayacağını bilir gibi, açılsa da içindekilerin fakire fukaraya dağıtılacağını anlar gibi, bu yolcunun yükünü taşımaktan bıkmış, yarısı bozuk fermuarıyla tozlanmış eşyaların bütün simetrisine aykırı vaziyette duruyordu. Bir süre bavula baktım. Sonra: “Bir yerlerden başlamak lazım’ diye sessizliğe bir jilet attım. Kan yarasının kabuğu düşerken sesi dağlarda yankılanır demişti Toroslar ‘da ki bir dağ eşkıyası. Her yaranın kabuğu da düşmez diye eklemişti. Kendi söylediğimi sadece kendim duydum, kendimden utandım. Biri bana oradan bir kefen yollasın.
***
Üniversite yıllarında devlete aykırı düşündüğünden siyasi suçlu olarak süngü altına girmişti. Çocukluk arkadaşımdı. Kimi kimsesi yoktu. Yatalak anneannesi öldükten sonra mahallelinin imece usulü büyüttüğü çocuktu. Önlüğünü annem dikmişti. Kitaplarını Bakkal Hasan alır, cebine harçlığı Oduncu Mustafa koyardı. Çocukluk aklımızla biz sokakta bir oradan bir buraya koştururken o bizden kırk yaş büyükmüş gibi yapılan iyiliklerin altında kalmamak için okuldan geldikten sonra Oduncu Mustafa’nın at arabasına meşe dallarını yüklemeye koşardı. Küçücük ellerine bazen odun kıymıkları batıp kanadığında annem cımbızıyla temizleyip kolonya dökerdi. Beraber üflerdik. O, kardeşim, ben, birkaç arkadaş daha, kıkırdardık hep birlikte. Hiç canı yanmamış gibi gülerdi. Şimdi ne zaman biri yarasını üflemem için bana kanayan yerini gösterse aklıma hep o gelir. Ondan sonra çok kişinin yarasını sardım ama hiçbiri onun kadar hak etmedi nefesimi. Emeğimi. Zaman da az hınzır değil. Onca şeyin arasından bana sadece insanların nankörlüğünü öğretti.
Oduncu Mustafa terazide ağır gelsin diye hortumla sulardı kıyılmış ağaçları. Kızardı. “Kötü adam o” derdi. “İnsanları kandırıyor.” Bir gün dayanamamış, eline taş alıp su borusunun vanasını parçalamış. Oduncu Mustafa sokağın ortasında öldüresiye dövdü o gün onu. Mahalleli zor aldı elinden. Hastaneden sonra bizde kaldı epeyce. Kardeşlik jargonu neyi gerektiriyorsa onu yaptık. Beraber ders çalıştık. Aynı bardaktan su içip, aynı tabağa kaşık salladık. Onu hiç yalnız bırakmadık. Vücuduna aykırı olan kocaman kalbiyle ders vermişti Oduncu Mustafa’ya. Mahalleli sırt çevirdi adama. Utanmıyor musun kimsesiz çocuğu ezmeye diyen de oldu, Haramzadesin diyen de. Okuldan sonra Bakkal Hasan’ın yanında çalışmaya başladı sonra. Çalı süpürgesini alır bakkalın önünü süpürürdü. Başka bir insandı. Bambaşka. Sonra büyüdük. Hayatın yel değirmenlerine kapılıp yavaş yavaş uzaklaştık. Onu askere yolcu ederken otogarda üç kişiydik. Hapishane ’de ziyaret ederken iki. Sonra herkes dağıldı gitti. Bir gün bir telefon: “Tahliye zamanım geldi.” Durumunu izah ederken sessizce dinledim onu telefonda. Telefonu kapattığımdaysa sessizliğe inat bağıra çağıra ağladım. O gün çocukluk anılarım için ben de duvara bir çentik attım.
Tahliye günü çok yağmur yağdı. Sabah mutfak penceresinden dışarıya bakarken arka bahçede ki Zeytin Ağacımızın dallarından biri yağmura yenik düşüp önce eğildi, sonra eceli gelen her şey gibi tamahkâr bir uslulukla direnmekten vazgeçip gövdesinden koparak yere serildi. Yaprakları üzerinde duruyordu. Yaprak olmak lazım şu hayatta; küçük, önemsiz ama hem dala hem ağaca anlam yükleyen. Değeri yokluğunda fark edilen. Çocukluk arkadaşım gibi. Bunu da bana o öğretmişti.
Hazırlanıp çıktım evden. Onun çıkış saati gelmeden hapishanenin önünde beklemeye başladım. Güzel olan her şeyi alan hukuk boşluğunun demir sürgüsü çekilip kapı aralandığında, karşı kaldırımda bekliyordum onu. Elinde bavuluyla çıktığında gökyüzüne başını kaldırıp ağlamaya başladı. Hemen yanına gitmedim. Karşı kaldırımda bekleyip sessizce ona eşlik ettim. Sonra bir daha geçmem bu sokaktan dediğim yerden taksiye binip uzaklaştık. Konuşmadık. Takside tek cümle duyuldu sadece: “Sahile çek Abi.” dedi. Sahile gittik. Birkaç meze, bir de büyük rakı. Yağmurdan grileşmiş denizin sesini dinledi. Bölmedim sessizliğini. İlk kadehler bitti. Konuşmadık. Yüzüne bakmaya utanıyordum. Kendisinin “bir hiç uğrunaymış” dediği kavgasını hatırlatmaya da. Sanki ömrünü tek nefeste içine çekmiş gibi yaşının yüz adım ilerisinde yüzü, gözü, ömrü, çökmüştü. Zayıflıktan göçen avurtlarının üzerindeki yarısı beyazlamış kirli sakalları, hapishanedeki birinden ikinci el aldığı her halinden belli yakası giyilmekten eprimiş mavi hırkası, hırkasıyla aynı kaderi paylaşan ayağına iki numara büyük eski ayakkabısı, onun ömrünü benim kıyılarıma vurdu. Sanki bunların bütün suçlusu benmişim gibi yüzüne bakmaya utandım. Yüzünü saklayarak ağlamaya başladı sonra, dayanamadım, bozdum sessizliği: “Ağlamaktan utanma arkadaşım. Bu yerkürede utanılacak o kadar pislik varken ağlamaktan neden utanıyorsun? Hayal kurmaya bile izin verilmeyen bir ülkede henüz yasaklanmamışken ulu orta ağla. Eğer özgürce gülmene izin vermiyorlarsa özgürce ağlamana izin vermek zorundalar. Her şeyin bir diyalektiği vardır, söve söve gideceğiz biz musalla taşına.” Sonra sustum. Kadehimi kaldırıp ona uzattım. Nemden küf tutmuş duvarlara asılı takvim yapraklarını işaretlemekten bıkmış titreyen elleriyle kaldırdı kadehini. İçim ezildi. Kadehim kadehine değerken sordu: “Neye?”
Yüzümü çevirip denize baktım bir süre. Sonra, tekrardan ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerine bakıp:
“Balık bulamadığında karnını simitle doyuran martıların şerefine.”
Akşamın sesi yavaş yavaş kulağımıza ben geldim diye fısıldarken kalktık oradan. “Selam iletmem lazım” dedi. Balat’ta bir kıraathane. Camları buhardan perde çekmiş, oldukça eski. Onu köşedeki pastahanede bekledim. Geldiğinde biraz telaşlıydı. Taksiye atlayıp uzaklaştık oradan. Çocukken akşam ezanından önce eve girmediğimiz dar sokağa girdik sonra. Taksiden indik. Birkaç komşu sokakta, birkaçı pencerede. Onun; bütün halk benim kardeşimdir dediği sokakta kimse ona selam vermedi. Anladım zoruna gittiğini. “Boş ver” dedim. “Hiçbir zaman anlamayacaklar.” Yüzünü yere eğip yürürken “Artık kimse için savunacak ortak vicdanım yok benim” dedi. Yıllardır görmediği evinin önüne geldiğimizde önce yüzündeki gözyaşlarını sildi. Cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı araladığında bir süre kapının önünde durdu. Bavulu kaldırdım yerinden: “Hadi.”
İçeriye girdiğimizde zifiri karanlığı bölmesi için odadaki kadife perdeleri araladım. Cebinden bir kâğıt çıkarıp koydu anneannesinden kalma tahta divanın üzerine. O ağladı. Ben sustum. Sessizlikler çeşit çeşittir. Yoğun bakım ünitesine bağlı, hayatı pamuk ipliğinin ucundaki uçurtma misali sallanan birinin bu anına tanıklık ederken odadan dışarıya taşan o sistematik makinenin sesiyle, söz konusu ölüm gerçekleşip yas evinde üzerine konuşulacak tek bir kavramın olmadığı ölümün sessizliği aynı değildir. Herkes bir gün rüyasından uyanır. Mezarlıklar bunun içindir. O, çocukluğunun ve gençliğinin tanığı olmuş evinin duvarlarına bakıp ağlarken, yerimden kalkıp tahta divanın üzerine bıraktığı kâğıdı araladım. Cezaevinden sevk edildiği hastanenin resmi tutanağı, adının soyadının altına kendi dillerince “Sen Kansersin” yazmışlardı. Yüzümü kırık camdan dışarıya fırlatır gibi çevirip derin bir nefes aldım.
“Hemen pes etme.”
“Hemen pes etme mi? Bu ülkede umut etmek bin yıldan başlar bilmiyor musun?”
Sonra ayağa kalktı. Evin içinde hapishaneden kalma alışkanlıkla keskin bir volta attı. “Ben” dedi, “umut etmem artık. Bir düş dedikleri özgürlüğü haykırdım diye 12 yılımı aldılar benden. Nefesim körleşmiş, hevesim kirletilmiş, yıllarım; kitap sayfalarından hayata karışmak olmuşken, ben umut etmem artık.”
Ceketinin cebinden sigara çıkarıp hızlıca yaktı. Nefesi titrerken içim içine değdi canım acıdı. Bitirdi sigarasını. Biraz daha ağladı. Sonra birden durup yüzüme baktı. Kan çanağı gözleriyle benimle vedalaştı. Anladım. Arka odalardan birine geçip silahının sesi duyduğumda kalkmadım yerimden.
“Bir yerlerden başlamak lazım” dedim, duymadı. Bir sigara yakıp bavula baktım.
Ağladım.
Bir cevap yazın