anneme ve yeni doğacak umuduma…
Dört kardeşli bir ailem oldu ama herbirimiz farklı eğitim sistemlerinde okuduk. Kredili sistem görenimiz de var, ÖYS, ÖSS ile savaşanımız da… Soru sorduğumda ‘ben modern matematik bilmem’ diyen abim de vardı, kafasından soruları çözüp bana anlatmayı başaramayan ablam da… Kimimiz daha ilkokul sıralarında gördü yalanda olsa Osmanlı tarihini, kimimiz Dünya tarihi okudu lise sıralarında… Kimimizin yasaklanmış kitapları oldu kütüphanesinde, kimimiz kitapların nasıl yasaklanabildiğini anlayamadan büyüdü. Ne şanslıydık ki okuyabildik hepimiz, ilkokuldan sonra okuyamamış olan annemizin okuma sevdasıyla… Bana okumak bir aile geleneği gibi geldi hep, okula gitmek güzel birşey oldu, okumak ve öğrenmek dünyanın en güzel şeylerinden biriydi, ve okunacak ve doğrusu öğrenilecek milyarlarca şey vardı yeryüzünde. Annemin anlattığı masaların arasında belki benim yeni doğacak yeğenime anlatacağım ‘küçük kara balık’ yoktu, ama Makedonya’nın Betsvitsa Köyü’nde ilkokulu okumuş ama diğer köye orta okula yollan(a)mamış küçük kız çocuğunun hikayesi vardı… Belki de ondandır korkmadı annem kız çocuklarını en uzak ‘köylere’ okumaya yollarken, ve hep güvendi onlara…
Dört dörtlük sistemi bilmem ama erken okula başlamanın ne olduğunu öğrendim…
Aylardan eylül yıllardan 1990’dı, benden yaşça büyük mahalle çocuklarının hepsi bir bir aldığı mavi önlükleri gösteriyordu—siyah önlükler kaldırılmıştı benim zamanımda. Okullar açılacak ve hepsi okula gidecekti, peki ya ben! Yalnızlık yine beni bekliyordu sokaklarda, çünkü artık ziline bastığım tüm teyzeler ‘o’nun dersi var evladım’ diyecekti arkadaşlarımı oyun oynamaya çağırdığımda.
Bundan dolayı ‘’susam sokağı’’ can arkadaş olurdu bizim zamanlarımızda, evde okuldan dönen arkadaşlarını bekleyen çocuklara. Bilmem hala var mı Susam Sokağı programı televizyonlarda, ama benim ilk öğretmenim ‘minik kuş,’ ‘kurbağa kermit,’ ‘kurabiye canavarı’ ve ‘edi ile büdü’ydü. Türkçeyi sonradan öğrenmiş annemle birlikte oturup her gün Susam Sokağı’nı izleyerek öğrenmiştim okumayı yazmayı, sayı saymayı. Hatta öyleki telefon rehberi gibi olmuştum, akrabaların ev telefonları alfabetik olarak hafızama kazınmıştı daha dört-beş yaşında. Cep telefonlarıyla yok olan ev telefon numaraları hala taze durur hafızamda, çünkü çocuk yaşta öğrenilenler de yaşananlar da beyinin ‘antika’ bölümünde saklanır, yıllar geçtikçe değerlenir ve dersler çıkarılır… Susam Sokağı ve annemin güzel yüreğiyle geçen o yıllara bir de işsizlikten evde oturmak zorunda kalan üniversite mezunu abim eklenince, erken öğrendim okuma yazmayı. O yıl öylece geçti ama azimliydim ne olursa olsun bu yıl ben de okula gidecektim. Kimse söylememişti okula gitmenin yaşı olduğunu, küçükmüşüm meğer daha! Ama ben yine de inadım inat gösterdim hazır olduğumu okul müdürlerine.
Yıl 1991, hala altı yaşına basmama dört ay var, ama yuvarlanır buçuklar memleketimde altı oluverir beş buçuklar. Biraz da tanıdık öğretmen komşular devreye girer, ‘ben okuma yazmayı biliyorum ama öğretmenim’ ağlamalarıma kulak verip beni okula yazdırırlar. Hani çabuk değişen gündemlerimizden biriydi ya erken okula başlamak, ona da değinmeden olmaz. Dört dörtlük bir sistem değildi belki ama çok da kötü olduğu söylenemez 90’ların eğitim sisteminin. Ben çok anlamam eğitim bilimciler konuşsun demek ister ya gönül, ağzı olan konuşunca insanın da iki çift lafı oluyor beşbuçuk yaşında okula başlamış biri olarak. Çok uzatmayacağım, dersler hep sıkıcı gelmişti,—e tabi Susam Sokağı’ndan sonra hocaların çok da eğlenceli olması beklenemezdi—mahalle arkadaşlarımla şakalaştığım için ve dersi düzgün dinlemediğim için ilk tokatımı yemiştim ilk okul birinci sınıfta. İsmi lazım değil —yanlış anlamayın kızgın da değilim bugün hala— ama keşke yapmasaydı derim hep aklıma geldikçe, eminim ki o da pişmandır eğer ilk attığı tokatsa minik yavrulara! ve tabi dilerim son olmuştur! Sonraki yıllarda hatırlarım başedemeyen hocalar beni anaokul sınıfına yollardı, ‘haydi git biraz oyna orda bir daha ki derse gel!’ deyip. Bunu yapan güzel mi güzel ilkokul öğretmenim anneme demiş sonra, bir gün veli toplantısında: ‘keşke erken okula göndermeseydiniz, çocukluğunu yaşayamamış çocuk’ diye. Ama bilememiş anaokuluna gönderilememe nedenimi, 90’ların Türkiye’sinde anaokulu ekstra masraf gibi düşünülürdü, özellikle kıt kanaat geçinen memur ve işçi ailelerince. Çünkü anaokulu için yapılacak masraflar birinci sınıfınkine saklanırdı. Nasıl olsa sokakta oyun oynanırdı—sokaklar güvenliydi, sokaklar bizimdi arabaların değildi! — komşu teyzelerden alınırdı anaokulu eğitimi, okula başlamış çocuklardan resim yapmayı, kalem tutmayı öğrenirdik… Okul öncesi eğitim adı gelmemişti memleket semalarına, ya da küçük şehirlere uğramamıştı daha! Zorunlu değildi kısacası, ondan zorunlu olan eğitime aktarılırdı harcamalar. İlkokul sıralarında sınıftan gönderilerek içine girdiğim anaokulu dünyası, o oyuncak cenneti hep cazip geldi bana; kim bilir belki sırf o sınıfa gitmek için bile ne çok kızdırdım ben öğretmenimi. Çünkü sınıftan atılmak ödül gibi geliyordu bana! Erken okula gittim, erken okumayı yazmayı öğrendim, sayıları saydım erkenden ama hayatıma ‘kazandırdığım’ o bir yılı şimdi sorsalar çocukluğuma geri veririm, çocuk olurum o bir yıl daha! Hayat o kadar eğlenceli bir şey değilmiş çünkü, çocukluk bambaşka bir dünya! Hem belki o zaman hala marketlerde oyuncaklara bakan bir yetişkin olmam, kim bilir içimde kalan çocuk biraz daha büyür belki!
Hafta Sonu Okulları’nın hayatımıza girişi ve devlet okullarının aldığı hal!
Sonra ilk okul sıralarının son yılına geldik, ilkokul öğretmenim eve telefon ederek dersaneye göndermelerini tavsiye etmiş annemle babama çünkü Anadolu Lisesi’ni kazanabilirmişim! Dersanenin ne olduğunu ilkokul dördüncü sınıfa giderken duymuştum bağzı sınıf arkadaşlarım gidiyordu çünkü. Genelde ekonomik durumu iyi olan çocuklar giderdi bizim zamanımızda dersaneye ve hatırlarım gülerdim içten içe, neden bu kadar çok ders çalıştıklarını bir türlü anlayamamıştım! Maalesef ki öğretmenlerin sözünü dinleyen annem babam, haftasında dersaneden de bir telefon gelince evimize, beni de o ‘haftasonu okulu’na gönderdiler. Ama ben hiç sevmemiştim oyun günlerimin ders gününe çevrilmesini, oyuna doyamamıştım hala!
İlk gün bir sınav koydular arkadaşlarla aramıza, orda altığımız puanlara göre ayırdılar bizleri. En sevdiğim arkadaşım başka sınıfa, ben başka… Meğer benim puanım daha iyiymiş hiç umrumda olmasa da! Ama sınıfta düzgün durmadığım, görece şımarık olduğum için çok sürmedi ilk sınıfta olma maceram, ikinci sınav sonucum düşmesede beni bir alt sınıfa düşürdüler! Gerekçe, dikkatlerini dağıtıyormuşum çalışkan çocukların! Komik gelmişti o zaman da şimdiki kadar hala, ama nedense öğretmenleri anne babaya şikayet etmek kötüydü bizim zamanımızda. Hem zaten arkadaşıma kavuşmuştum, benim sorunum çözülmüştü gerek yoktu da!
Sonra en iyi arkadaşım ve ben birlikte dersanenin çok sıkıcı bir yer olduğuna karar verdik, neden yarıştı(rıldı)ğımızı bir türlü anlayamadık! Üstüne bir de sınıfları cinsiyete göre ayırıp yine bizleri ayrı sınıflara koyunca, biz tamamen gitmez olduk o ayrımcı ‘haftasonu okulu’na. Dersanenin hemen iki alt sokağında bulunan halk kütüphanesi daha güzel göründü bir anda, oraya gidip kitap okumaya başladık haftasonları dersane zamanlarında. Sonra öylece geçti o yıl, bir sınava girdik ve yaz tatili oldu.
Öğretmen ablamın yanına gitmiştim yaz tatilinde. Ve bir gün babam telefon etti, Anadolu Lisesi’ni kazanamamışım, hangi okula gitmek istersin dedi bana? Ben de okulumu seviyorum dedim değiştirmeyelim. Ama o sene benim okulumu sekiz yıllık eğitime çevirmemişler daha—yeni değil yani eğitim sistemimizi ‘iyileştirme çabaları’. Ondan bizim adresimize göre en uygun olan okulları söyledi babam, ben de komşu çocuklarına sor hangisine gidiyorsa o’na giderim dedim. Ve öyle de oldu!
Ortaokulda da çok parlak bir çocuk olmadım, ‘zeki ama çalışmıyor’ diyen öğretmenlerim de vardı ‘çok şımarık hiç ders çalışmıyor’ diyenleri de. Hayata olan kızgınlığını öğrencilerinden çıkaran da oldu, hayatını öğrencilerine adayan da, hepsi bir bir hafızamda! Yeğenime aldığım plastik topu sınıf arkadaşlarım alıp sınıfta oynadı diye sınıfın gözleri önünde çakısı ile kesen öğretmenim de oldu, ‘abim ODTÜ mezunu ve işsiz’ diye ağlayıp okulu bırakmak istediğim de benimle konuşup fikrimi değiştireni de. Sıra dayağı çeken de oldu, öğrenci döven meslektaşını şikayet eden de. Sonra liseye gitmek için yine sınav varmış dediler, dersane dediler, okuldan dersaneden aradılar… Annemlere o gün itiraf etmiştim dersaneye gitmediğimi, dersane saatlerinde kütüphanede oturup kitap okuduğumu seneler evvel. Babam da kara kara nasıl göndeririz diye düşünüyormuş zaten, peki gitme o zaman demesi çok da zaman almadı bu yüzden.
Dersaneye gitmeden Anadolu Lisesi’ni kazanmıştım, çok zeki olduğumdan mı, devlet okullarında verilen eğitim o zamanlar daha düzgün olduğundan mı hala bilmem! Ama bildiğim hiç ellişer kişilik sınıflarda ders görmedim —küçük şehrin avantajıydı benim ki. Hiç üçerli sıralarda oturmadım. Öğretmenlerim hep isimlerimizi bildi, eksiklerimizi ellerinden geldiğince tamamladı. Dersler 40 dakkaydı ama hiç biri tenefüs zili çalınca öğrencilerden önce sınıftan çıkmadı. Soru sorduğumuzda bir çoğu cevapladı, bilmediğimiz konuları tekrarladı. Çoğu aldıkları ücretin de çektikleri hayat çilesinin de nedenini biz de aramadı. Arayanlar yokmuydu tabi ki de vardı, ama azdılar ve bunu yaparken utanırdılar! Bir de öğretmen olmak güzel birşeydi 90’larda, çocuk olmanın güzel olduğu kadar, sevinirdi insanlar öğretmen olduğunda, mutlu olurlardı… Öğretmenlerinin tayini çıktığında ağlardı öğrenciler, öğretmenler üniversiteden mezun öğrencilerini görünce ağlardı, duygusal bir memlettik kısacası—hala öyleysek affola!
Ve Anadolu Lisesi’ne başlayacaktım. Ablam da mezun olmuş çalışıyordu artık, yani maddi sıkıntılarımız azalmıştı. Babam gururla yazdırmıştı okuluma, bir yandan da annemle öyle bir mutluluk yaşıyorlardı ki ben hep onu kazandığım okuldan ötürü bildim senelerce. Meğer başkaymış nedeni seneler sonra itiraf ettiklerinde anladım. Meğer ben ilkokulun sonunda da kazanmışım aynı okulu, ama babam gidip konuştuğunda okul müdürüyle okul kitaplarının ingilizce olduğu için çok pahalı olduğunu, okul giysilerinin diğer okullardan daha pahalı olduğunu öğrenmiş. Aile bütçemizi gözden geçirip, benim Anadolu Lisesi yerine —o zamanlar Anadolu Liselerinde ortaokul bölümü vardı— normal bir ortaokula gitmemin ekonomik açıdan daha iyi olacağına karar vermişler. Ne bana ne de diğer kardeşlerime söylememişler. Ve bana da kazanamadın demişler. Bunu duyan kardeşlerimin içinde sanırım bir ben kırılmadım onlara. Çünkü babamdan öğrenmiştim çalışan öğrenci heryerde çalışırdı, öğrenmek isteyen heryerde öğrenirdi! Ama zamanın değiştiğini o zamanlar ne ben biliyordum, ne de babam devlet okulları arasındaki uçurumun farkındaydı. Çünkü eğitim babama göre kanunen her vatandaşın hakkıydı ve ‘devlet baba’ bunu sağlardı.
Öyle de olmuş gibi yapalım haydi şimdi, üç yıl geçikmeli de olsa ben o okulun sıralarına gelmiştim. Hazırlık denen İngilizce öğrenme sınıfında, yine şımarıklığımla nam salmış bir öğrenci olmuştum. İçim hala çocuk kalmıştı sınıf öğretmenimize göre ama zaten 13 yaşındaydım ve sanırım çocuktum o her ne kadar kabul etmese de! En yakın arkadaşımı benimle oturmaması ve eğer oturursa onun dersi dinlemesini engelleyeceğim konusunda uyarmıştı. Ama 90’larda dost olmak İngilizce öğrenmekten daha değerliydi! Benim yüzümden mi bilinmez sınıfın çoğu İngilizce öğrenemeden hazırlık sınıfını bitirmişti ve ben sene sonuna kadar her hafta başka arkadaşla oturup sınıfı eşit şekilde etkilemeyi başarmıştım (öğretmenin bulduğu son çözüm bu olmuştu!).
Üç saaate bağlanan gelecek!
Lise yılları ÖSS denen canavarın tarifi ve o’nu alt etme mücadelesinin geliştirmesi üzerine kuruluydu. Bu canavarla başa çıkmanın yollu olarak: sınıfçak soru çözmeyi, çözemediğimiz sorularda birbirimize yardım etmeyi, dayanışmayı bulmuştuk. Öğle aralarında evden getirdiğimiz yiyecekleri paylaşırken, kalöriferin üstünde ısıttığımız yemekleri yerken havuz problemi çözmek en büyük zevkimizdi. Nedendir bilinmez çocuğunun yaşını hesaplayamayan babalar sınav sorusu olarak önümüze konmuş, doldurup doldurup boşalttığımız havuzlar problemimiz olmuştu. Hangi şıkla devam ederse etsin bana anlamlı gelen paragraf soruları, gelecekte kuracağım devrik cümlelerin temelini atarken, diğer yandan ÖSS canavarına karşı beni güçsüz kılıyordu. Kimya hocama olan yoğun ‘sevgimden’ olsa gerek kimya sorularımı en yakın erkek arkadaşlarımla birlikte çözmek bir gelenek halini almıştı. Silgi tozları ile dolu sıralarda, tebeşir savaşları yaptığım harika bir sınıfım vardı. Kızlı erkekli, kardeşliği ve dostluğu paylaşmıştık üç yıl boyunca. Diğer yandan da üç yıl boyunca dersaneye gidenlerimizde vardı, bunu iki ya da son sene yapanlarımızda. Bu sefer ben de farkına varmıştım, okul üniversiteyi kazanmak için yeterli bir yer olmaktan çık(arıl)mıştı. Hocalar ek dersler vererek ekonomik durumlarını düzeltirken, öğrenciler dersanelere giderek eğitim durumlarını düzeltiyordu. Bu işte bir terslik vardı, ama bunu düzeltecek güce sahip değildik! Düzeltmenin yolu ÖSS canavarını alt etmekten geçiyordu ve başaracaktık! Son sene canavarı yenmek için bu kez isteyerek dersaneye gitmiştim.
Bir insan ömrünü üç saate sığdırmak, 16-17 yaşındaki gençlerin hayallerini beşerli şıklara bırakmak ne kadar doğruydu? Bunu düşünerek geçen deneme sınavlarının sonunda gerçek sınav gelip çatmıştı. Bütün çocukların üniversiteye yerleşmesi için dua eden annemi herkesin istediği üniversiteyi kazanmasının imkansız olduğuna bir türlü inandıramamıştım. Sınav sonucum geldiğinde ben istediğim yerin olmayacağını anlamış, annem de herkesin istediği yeri kazanamayacağına inanmıştı. Ama ne ben istediğim okuldan vazgeçmiştim, ne de annem tüm çocukları aynı sevmekten…
Ailemin bir yıl daha dersaneye gönderecek maddi durumu yoktu, çareyi bir kaç ay çalışıp sonra ikinci dönem dersaneye gitmekte bulmuştum. Hem zaten ilk dönemin konularını biliyordum. İki ay olmuştu ki çalıştığım kırtasiyeye gelen dersane hocam elimden tuttuğu gibi alıp beni dersaneye götürmüştü. İstediğim yeri kazanacağıma benden daha çok inanıyordu, bana benden daha çok güveniyordu. Ama bu inanç bazen insanın sırtında taşıyamayacağı kadar büyük bir yük halini alabiliyormuş, tecrübe edince gördüm.
Aylar hızlıca geçti, herşey güzeldi, ama gerçek sınav gelip çattığında hayatımın en zor 3 saati geçmek bilmedi. Bir anda tüm bildiklerim uçup gitti! Ve ben ne yaptığından bir haber, utançla çıktım sınav salonundan. Düşündüğüm ne sınavı kazanamazsam ne yapacağımdı, ne de kendi geleceğim, bana inanan insanları utandırmaktı en büyük korkum. Ama bildiğim tek birşey vardı, puanım her ne gelirse gelsin bir daha o üç saati yaşamayacak ve bir yerleri yazıp üniversiteli olacaktım. Saatler ilerleyip televizyonlarda sorular çözülmeye başlandığında, herşey değişmişti. Evet belki normalde almam gereken puanı alamamıştım ama gelen puanım çok da kötü değildi! Ama şimdi daha sancılı bir dönem başlıyordu, hakkında hiç bir şey bilmediğim yüzlerce meslek arasından seçim yapmam gerekiyordu! Ben hariç etrafımdaki herkesin söyleyecek sözü vardı yazmam gereken bölümler ve üniversiteler, yazmamam gereken şehirler hakkında!
Bir cevap yazın