Her öğleden sonra saat beşte yürümeye başlar. Adımlarını atarken neden sık sık
gökyüzüne baktığını anlamıyorum. Acaba ona göre, çözümler yukarıda mı? Yüzünde uçuşan
o çocukça saf ifade kalbime dokunuyor, gözlerimi ayıramıyorum ondan. İçten gülümsüyor
ama bazen fazla ölçülü olduğunu düşünüyorum. Çok derdi yoktur inşallah. “Merhaba!”
demeyi seviyor. Gerçi aynı saatte yürüdüğü için genellikle aynı insanlarla adımları kesişiyor.
Kim bilir, belki de bu sözcüğü art arda söylediğinde kendini daha iyi hissediyor… Sahildeki
arkadaşları her geçen gün daha fazla; evvelsi gün saydım, tam altı kişiyle selamlaştı, dün yedi
kişiyle, bugün gene sayacağım. Bense insan sözcüğünü duyduğumda o hariç, şöyle bir
duruyorum. Doğrusu, zeki bulmuyorum onları. Bazen bakıyorum da bir cevizi bile kırmaktan
acizler oysa birbirlerini nasıl da acımasızca kırıyorlar. Her neyse lafı uzatmayayım, onu ilk
gördüğüm anda benliğimin bir köşesine yerleşti. Kimseye benzemek istemeyen bir hali var.
Yolunu gözlüyor, iyi olmasına dua ediyorum. Varlığımın farkına varsa keşke. Ne yapabilirim,
sabırla bekliyorum. Geçenlerde biraz yaklaştım ona, bana bakıp hafifçe gülümsedi sanki, tam
da emin olamadım.
Birine kafayı takmış bir hali var, bedeni dimdik, omuzları düşük birine… Dünyanın
hâkimi benim dercesine yürüyor yürümesine ama böylesine çökük omuzlar görmedim
kimsede. Kolları, bacakları da bir tuhaf, yürürken tempo tutar gibi. Bu kadında ne bulduğunu
anlamıyorum. Üstelik giyinmeyi kuşanmayı da bilmeyen biri. Her gün aynı eprimiş eşofman
üstünde. Paçaları kısa biraz, incecik bileklerini örtmüyor. Bence bu kadın çatlak ya da çok
zeki. Aşkım gözlemlerimi çok basit mi bulur acaba? Belki de öylesine aşmış ki kendini o
siyah gözlüklerinin arkasına saklanmış kadına baktığında özünü görüyor, ayrıntılarla hiç
ilgilenmiyor. O kadının göz bebeklerini görebilmek mümkün değil, izin vermiyor yüzünün
yarısını örten o kocaman kontrol kulesi. Omuzuna değen dümdüz gri saçlarına da sinir
oluyorum, hep yağlı. Dalgalı saç ona daha yakışırdı diye düşündüğüm oluyor. En azından,
temiz görünürdü.
Aşkım gene biraz yürüyüp deniz kenarındaki banklardan birine oturdu, çantasından
bir kitap çıkardı. Birlikte okuyabilseydik ne güzel olurdu. Kapakta okuyucuya sırtını dönmüş
bir kadın… Aynaya bakıyor, masmavi bir tuvalet giymiş. Sevdiceğimin giysileriyse doğal
olarak çok farklı. Upuzun bir tuvaletle sahilde yürüyemez tabii. Üstünde her zaman olduğu
gibi seksi kalçalarını ortaya çıkaran dar bir kot pantolon. O esmer pürüzsüz tenini daha parlak
gösteren nar çiçeği anorağına da bayılıyorum. Zaten çuval giyse yakıştırıyor kendine. Ah ah,
neler yaşadı, kim bilir… Çok merak ediyorum. Yanında hiç erkek görmedim, hep yalnız.
Belki de o saç telinden ince ruhunu kanattılar, bağlanan kabukların düşmesini bile
beklemeden, bir daha bir daha kanattılar. Eh, bu acımasız dünyada böyle şeyler olağan…
“Bak, ben o bildiğin insanlar gibi değilim!” demek, davranışlarımla bunu göstermek
istiyorum. Tertemiz duygularımın içtenliğini kanıtlayabilsem dünyalar benim olacak… Tüm
yaşadıklarını duyabilmeyi, nerelerden buraya geldiğini öğrenmeyi düşlüyorum. “Çarpmalı
aşk, çarpmalı!” diye bağırdıkça bu hovarda ruhumla ona nasıl da tutuldum, hem de doğru
dürüst tanımadan. İlk kez kendimden vazgeçercesine birine böyle bağlandım.
Hey sen, haddini bil rüzgâr! Evet evet, sana söylüyorum, sana. Nasıl dokunursun o
çağlayan gibi akan simsiyah saçlara? Kıskanıyorum seni. Hey, hey! Önüne bak genç adam!
Seni de kıskanıyorum. Hiç güzel bir kadın görmedin mi hayatında? Hadi, çek arabanı
2
buradan! O simsiyah kabadayı yanımı çıkarma ortaya, pişman ederim seni. Ne arıyor
çantasında güzelim? Kalemini çıkardı, bir de küçük bir defter. Kitabını okurken bazı
cümlelerin altını çiziyor. Kalemi de ne güzel tutuyor, o kırmızı tırnakların biçimi harika, uzun
uzun. Ayy, bana öyle ters ters bakma! Üzüyorsun ama… Sana azıcık yakın olmaya
çalışıyorum, o kara gözlerinin tutsağı oldum. Ara ara o acayip şeyin geldiği tarafa da bakmayı
unutmuyorsun yani. Henüz ortada görünen kimse yok. O küçücük defterine bir şeyler
yazmaya başladı. Aslında ne iş yaptığını merak ediyorum. Öğretmen tipi yok. Öğrenci olacak
kadar genç değil. Gazeteci mi acaba, yoksa yazar mı? Aa, siz de kesin sesinizi artık! Ciyak
ciyak bağırıp durmayın, bir zahmet yiyin ekmeğinizi, susun. Sizin gibi ciyaklamayı bilirim
ama aşkımın dikkatini dağıtmak istemiyorum. Hadi, gidin şöyle biraz uzağa, kıskanç şeyler!
Yok canım, daha neler… Sizi çekemediğimi de nereden çıkardınız, obur hırsızlar?
Geliyor işte, evet evet geliyor. Her zaman olduğu gibi aynı saatte kafenin önünde.
Benimkisi uzaklardan onu görünce, hemen toparlandı. Bu ne hız yahu, aralarında nasıl bir
ilişki olduğunu çözemedim gitti. Oysa o acayip şeyin umurunda bile değil, hatta geçenlerde
ona verdiği selam havada asılı kalmıştı. Zavallıcık ne kadar da üzülmüştü. Canım benim, hiç
kıyamıyorum sana. Hâlbuki o gün bana düşman gibi bakmıştın, nasıl da içime oturmuştu.
“Zekâna mı güveniyorsun, haddini bilmez pis yaratık?..” gibi saçma sapan laflar gelmişti
kulağıma, üstüme alınmamıştım tabii. Havaya konuştuğunu düşünüyorum. Neyse oldu bitti,
bugüne bakıyorum artık ama kendime iyi bakamadım bence. Azıcık nezle oldum, sesim de
biraz kısık gibi. Demin gevezelere seslenirken fark ettim.
Birbirlerine doğru hızla ilerliyorlar, karşılaşmalarına az kaldı. O tuhaf şeyin
sevdiceğimi hatırlayıp hatırlamadığını kestiremiyorum. Gene o kocaman simsiyah
gözlüklerini takmış. Ona böylesine yakın davranan kişi yabancı bile olsa bir şans verilmeli.
Aşkımın heyecanı apaçık ortada. Mutluluktan uçarcasına yürüyor, yüzünde açan gülücük
çiçeklerini fark etmemek için kör olmak gerek, hiç kimseye bu kadar sıcak değil. Bu arada
hava açıkken birdenbire kapkara bulutlar sarıverdi gökyüzünü, çisenti başladı, gittikçe artıyor.
Davetsiz sağanak sabırsız, besbelli. Hay Allah, ortalıkta kimsecikler kalmamış. Aslında
normal, kararan hava dağıtıverdi çevredekileri bir anda. Aşkım kendine o kadar dönmüş ki
etrafında olan bitene henüz araladı pencerelerini, bakışları şaşkın. Birbirlerine doğru
yürümeye devam ediyorlar. Gittikçe yaklaşıyorlar, aralarında birkaç adım kaldı sadece.
Beklentiyle dopdolu an yaklaşıyor ağır ağır. “Merhaba!” der demez, siyah gözlükler çıkıverdi,
onlardan daha koyu iki kocaman göz bebeğini gördüm bu sefer, gördüm. Tek kelime!
Korkunç! Aşkımın çığlıkları gökyüzünü delercesine güçlü. Kollarını havaya kaldırdığında
eminim tüyleri de havalandı. Saçının telinden ayak ucuna kadar elektrik çarpmışçasına
titriyor… Onu benden başka kim koruyabilir, kim? Yapıştım o delinin kafasına, ağzımla öyle
derinlemesine bir çukur açtım ki o mısır püskülü saçlarının arasından kan fıskiye gibi fışkırdı.
Kadın can havliyle bana vurmaya kalktı ancak başaramadı. İkinci hamlem boynuna oldu,
sonra sağ omuzuna. Acı içinde yere yığıldığında, üstünden süzülen yağmur damlaları
kırmızıydı. Aşkım öylesine korktu ki çığlık atarak koşmaya başladı. Sonra korkudan dilini
yuttu sanki, arkasına bir kez bile bakmadan koşmaya devam etti. Arabasına bininceye kadar
takip ettim onu. Beni tanıdığına hiç kuşkum kalmadı. Park yerinden çıktığında göz göze
geldik, farklıydı bana bakışı.
Ertesi gün saat beşte aynı bankın önündeyim. Gelmedi sevdiğim, merak ediyorum onu.
Bir gün sonra tekrar aynı yerdeyim. Kırk sekiz saat nasıl da zor geçti. Kalbim ağzımda,
beklemeye devam ediyorum. Geleceğini biliyorum, duyuyorum, düşlüyorum. Ona
3
güveniyorum. O da güveniyor artık. Seviyorum. O da seviyor. Ve… İşte karşımda, sonunda
geldi. Oh, çok şükür. Gülümsüyoruz birbirimize, ne büyük bir mutluluk bu. Sonunda karşılıklı
oturup anlayışla bakıyoruz birbirimize. Benim için getirdiği peynirle cevizi özenle yediriyor.
Kafenin olduğu taraftan gözlerinin uzak olması da keyif veriyor bana. İfadesi değişiverdi. Ne
oldu böyle birden? Üzgün bakışları endişelendirdi beni. Çantasından çıkardığı gazetenin
ikinci sayfasında o kadın duruyor karşımda, mısır püskülü saçlarıyla… Bana ‘katil’ diye
bağırıyor âdeta. İçim burkuldu. Böyle olmasını ister miydim hiç? Ama, pişman mıyım? Hayır,
değilim. “Ah benim güzel kargam, sayende ondan kurtuldum.” Sevdiğimle düşlediğimden
daha da yakın olduğumuzu hissediyorum şimdi.
Bir cevap yazın