İlk yaktığım sigarayı söndürdükten on saniye sonra, sanki uzun süre hiç sigara içmemiş gibi hissedip ardına hemen bir sigara daha yakıyorum. Tam ikinci sigaramın bitmesine yakın, ikinci sigaramdan on saniye önce bir sigara yaktığım geliyor aklıma ve üzülüyorum. Üzüntüden oracıkta hemen bir sigara daha yakıyorum. Temmuzda hiç sevilmemenin lanetidir işte bu. Bilinmeyen bir sonsuzluk dururken önümde, zarara uğruyorum böyle gün be gün.
Ben bilmem “mutluluk” nedir diye. Peki neyime zarar? Cebime zarar, evimin nikotinden sararan perdelerine zarar, amına koyduğumun bu akciğerlerine zarar. Bunların tek tek farkındayım, ama yaşamak dediğimiz şey de zaten -yenik zamanların ve ziyan ettiğimiz eylemlerin toplamı- değil midir? Neyse lafı uzatmayayım, tüm bunlardan sıkılınca platonik âşık işine gireyim dedim ben de. Fazla bir getirisi yok, genelde ömürden götüren bir iş. SSK priminiz bile yatmıyor. Hiçbir sosyal güvenceniz de yok üstelik. Hepsini geçtim; paketlerce sigarası içmesi, kahrı, üzüntüsü, kumarı, caddeler de elleri cebinde yürürken öksürmesi de cabası. Baktım bu platonik denen illetin bir geleceği yok, üç yıldır çalışmadan katıldığım üniversite sınavına bu sefer de “çalışarak gireyim” dedim. Özel bir üniversitede tam burslu, mimarlık bölümünü kazandım. Mimar oldum olmasına ama mesleğimi para kazanmak gibi kötü şeyler için kullanmıyorum. Tamamen gönüllük esasına dayalı evsiz sokak hayvanlarına barınak yapmaya adadım. Gerçi belediye yetkilileri çarpık yapılaşmaya neden olduğu ve kaçak elektrik ile su kullanıldığı bahanesiyle anında gelip yıkıyorlar ama olsun, biz yılmayacağız. Bir serçenin veya bir kedinin yahut bir dinozorun kullandığı kaçak elektrikten ne olacak ki sanki lan? Ama gel de anlat işte bu ihaleye fesat karıştıran orospu çocuklarına. Cüzdanımda da hep küçük bir nazar boncuğu vardır. Nazara inanmam. Nükleer bir savaş patlak verirse eğer ileride, kendimce aldığım ufak bir önlem sadece.
Tufan abi eve yalnız dönenlerin peygamberiydi. Ucu bucağı olmayan bu şehirde, sanki bir sabah lekesiydi. Ne geleceğe dair bir tasası vardı, ne de tek kişilik yalnızlığında, bu dünyaya verebileceği herhangi bir şeyi. Yaşamını özetleyen bir kanun çıkmamıştı daha TBMM’den. Yalnızca bir boşluğa inanıyordu. Düşünsenize, inandığı sadece bir boşluktu… Herkes kendi sonun celladıdır. Tufan abininkisi de böyle oldu biraz. Liseden Türkçe derslerine giren Ayça öğretmene aşıktı. Ama tek taraflı bir aşktı onunkisi. Bu tek taraflı aşk uğruna ne yaptıysa olmadı Tufan abi. Aşk mektupları ve şiirleri yazdı olmadı. Babasının minibüsünün arkasına “elbet bir gün kavuşacağız, zira Zeki Müren yanılıyor olamaz” diye yazdı olmadı. 5 TL ücretle 2233’e sms göndererek Kral Tv’de alt yazıyla aşkını ilan etti de altmış milyona; yine olmadı. Yazıyı okul müdürü görünce, okuldan atıldı hatta. Bilirsiniz müdürler göt olur. Tam sekiz yıl sürdü platonik aşkı Tufan abinin. Dokuzuncu yılın sonunda Ayça öğretmen bir polis memuruyla nişanlandı. Platonik aşk böyle lanet bir şey işte. Sen kalk birini put yerine koy, sonra ona sekiz yıl boyunca tap, o kalksın başkasıyla nişanlansın. Sevmek hemhal olmaktır. Tufan abi haberi alınca çılgına döndü tabi. İlk iki gün Jean Valjean gibi yokluk içinde dolaştı sokaklarda, ikinci günün gecesinde, üstüne “sikerim böyle aşkın ıstırabını” yazdığı dört Molotof’u, Ayça öğretmenin nişanlısı polis memurunun evine salladı. Adeta o yoksul köylü Valjean gitmiş, yerine sanki kahpe Brütüs gelmişti. Emniyet güçleri her ne kadar bu olayın altında terör bağlantısı arasa da, cumhuriyet savcılığı dosyayı “halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, kundaklama ve suç işlemeye tahrik” adı altında taşıdı mahkemeye. Velhasıl kelam Tufan abiye kırk beş yılı kilitlediler. Ama delikanlı adam çıktı Tufan abi, on duruşmaya çıkardılar da, hiçbirinde “pişmanım” demedi. Rehan bu hayatta kalabalık birisi değildi ama çok güzeldi; bir milyon tane böyle, üç kilo mandalina gibi, bir semt kahvehanesinin çift şekerli oraleti kadar hem de. Viyana eriği gözleri ve tarhana çorbası sıcaklığındaki teniyle tanrıları büyüleyecek bir havası vardı. Çoklar nasılsa hep yanılır. Yalnızlığı Musa’nın asasından geliyordu. Rehan’ın uykusuzluklarını, kitaplarını, mor rujunu, acılarını, sarı bulaşık bezini ve sabahları kalktığında anlamsızca baktığı odasının duvarlarını saymazsak eğer, bilen bir özne olarak şu hayatta tek başınaydı. Plastik Çiçeklerle Mücadele Platformu üyesiydi. Acıbadem’den Bahariye caddesine yürüdüğü zamanlar da Ahmet Erhan şiirleri okurdu hep. Rehan ne zaman ölecek tanrım? Genelde akşamüstleri müsait oluyor ama yine de sen bilirsin.. Platonik bir aşık olarak kalbi tesirli bir el bombası gibi dağılmıştı belki ama, Sağlık Bakanlığının “sigaranın zararlarını” anlatmak için çektiği kamu spotunda, sigaranın mahvettiği insan öykülerini izledikçe peş peşe sigara yakacak kadar da hassas biriydi. Rehan yalnız geceler de imalat hatası kelimeleri bir araya getirerek duygusal cümleler kurar ve sonra da onlara bir güzel sarılarak uyurdu.
Buradan “bir şeyi bir şey yapan “şeyin” bilgisini” arayan doğa filozoflarına sesleniyorum “yalnızlığı yalnızlık yapan şeyin ta kendisidir” Rehan. Ayağınızı denk alın! Sakın ona bulaşmayı aklınızdan dahi geçirmeyin yoksa sikerim hepinizin geçmişini, orospu çocukları. Rehan’ın tamir edip onardığı umutları, içindeki yaraları kapatmaya yetmiyordu. Bir defasında uzakta bir yerlerde yağmurdan ıslanan şarkılarla bile küs olduğu zaman “her şey çok güzel olacak, göreceksin bak” demişti kendi kendine; sonra çevresinden yabancılaştı, saksıdaki çiçeğini vurdular, pembe tokasını kaybetti ve isminin anlamını hatırlamamaya başladı. O günden sonra her şey bombok olmuştu yani hayatında. Rehan’ın kalbi bir kaset değildi ve içine kalem sokup geriye doğru saramıyordu. Geçmişle geleceğin buluştuğu noktada zaman kavramını yitirir insan. Dile kolay tam on yaşına gelmişti yalnızlığı. Bu hayatta geçici bir iz bırakamayanlar, zamanı geldiğinde nüfus cüzdanını sehpanın üstüne koyup, gitmesini de bilmeli. Ne diyordu kitapta? “İntihar,
nefsi müdafaadır.” Nitekim dünyaya tenha bir pencereden bakan Rehan’da öyle yaptı. Üç yıl Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedavi gördükten sonra doktorları: “tedavi süreci olumlu geçti, artık toplum içine çıkabilir” deyip taburcu ettiği günün akşamı, evinde kendini astı. Hastaneden çıkınca evine kadar yürüdü Rehan. Ama bulutlar çöken yüreği hala yerinde duruyordu. Omuzlarına değen saçlarının ağırlığını, evinin dağınıklığını topladı uzunca süre. Balkonunda son defa bir sigara daha içti. Ağlayan bir ağacın komşusuydu Rehan. Kendine bir karanfil mezarlığı satın almayı da unutmadı. Muazzam bir gece vardı dışarıda ve “yalnızlıkça” diliyle üşüyen bir sürü sokak lambası. Rehan onlardan birisiydi işte.. Ben de öyleyim. Yanılmıyorsam, insan bir felakettir. Sehpanın üstüne pembe kimliğini ve başı “tükeniyoruz, lütfen hassas olmaktan vazgeçin” cümlesiyle başlayan, sonu ise “ kısa not: insanlara sakın alışmayın” diye biten intihar mektubunu bıraktıktan birkaç “ahh” dakika sonra, karşısındaki boy aynasında ayakları havada sabitlenip kaldı öylece. Akşam sabah hem de, akşam sabah.. Rehan’la aynı yerlerden kırılmıştık fakat onun uçurumu daha yüksekti.
Tufan abiyi s… edin, onun durumu iyi. Koğuş ağası olmuş içeride, haberleri geliyor. Keyfi de yerindeymiş. Ama Rehan mutsuzdu. Bir Olimpos tanrısı gibi… İşte bizler Rehan’ın mutsuzluğunun hesabını soracağız bu dünyadan.
Bir cevap yazın