Sabah ezanı biraz önce okundu. Şimdi abdestini alıyordu insanlık. Umudun baharı umutsuzluğun
kışıyla, zamanların en iyisi en kötüsüyle kucak kucağaydı. Çökük avurtları ve batık göğsüyle sıska
bir adam sokakta karabasan gibi dolaşıyordu. Şehir, çocuklarını yitirmiş annelerden, yastan,
yıkıntılardan oluşan bir tarih koymuştu önüne.
Cezaevinde ince hastalıktan ölen bir arkadaşının yardımıyla yapıp çattığı bir gecekonduda
yaşıyordu. Gecekondu kışları küf ve çam reçinesi kokardı. Bu gecekondunun en dikkat çekici yanı,
üstleri kesici cam kırıklarıyla döşenmiş oldukça yüksek bahçe duvarlarıydı. Bahçe duvarları
insanlarla arasına ördüğü geçirimsiz yüksek duvarları andırırdı.
Bu gecekonduda bir münzevi gibi yaşamasını açıklayan yaşantıları olmuştu kuşkusuz. Defalarca
kopan kuyruğunu yeniden kazanacağından emin bir kertenkele gibi yaşamıştı. Tüm derin
kırılmalara rağmen ağa düşmüş bir balık telaşıyla yaşama tutunmayı başardığını sanıyordu.
Ölüm- kalım aralığındaki kısa mesafede aşka tutunarak hayatta kalmaya çalışanlardandı o. Hayata
tutunarak, aşka değil. İçinde uzun zamandır askıda duran, hikâyesi silinmeye yüz tutmuş biri vardı.
Dünyanın kendisine ağır gelen bir yanından kurtulmak isterken belleğinde derin çukurlar açılmış,
zaman o çukurlara bolca kaybolmuşluk, çokça bekleyiş, hayalkırıklığı, boyunda ilmek izleri kadar
yalnızlık ve sıcak kan doldurmuştu.
Biz zamanlar bir çocuk vardı. Zaman, çocuğun içinde bilinmezlikler bırakarak ilerliyordu. O çocuk
o gün bitkin gölgesini yanında sürüyerek sınırı geçmeye çalışandı. Birkaç sınırlı saat için açılan
hudut kapısının görüntüsü Dante’nin cehennem kapısını andırıyordu. O mahşer günü tükenmişlik ve
yitiklikten meydana gelen bir zaman parçasıydı. Ölülerin ayak bastığı yerleri arkasında bırakmaya
az bir yolu kalmıştı çocuğun. Ne yapıp edip bahşedilen o birkaç saat geçmeden, birçoklarından önce
o kapıya varmalıydı. Sınırı geçmeyi başardığında yangınının tam ortasında bir tansığa sığınarak
kurtulabilmiş bir ağacı andırmaktaydı. Ağacın sınırın öteki tarafına devrilen tarafı yaban bir inatla
yaşama dönmüş ve taze filizlerle kaplanmıştı.
Hep kilitli tuttuğu odanın kapısını açmasıyla birlikte alışık olduğu hoş bir kokuyla yüz yüze geldi.
Sokaklarda çürüyen cesetlerin kesif kokuları yüzünden koku duyusunu yitirmişti. İğdeler bile,
çürüyüp çözülen bedenlerin keskin kokusunu bastıramıyordu. Farkına varabildiği tek koku Sara’nın
kullandığı parfümün kokusuydu. Annesinin verdiği duvar halısına doğru yürüdü. Küçük elleri önce
İsa‘yı, sonra öteki resimleri okşadı. Parmakları titreyişlerle sarsıldı. Annesinin resmi sanki
hapsedildiği çerçeveden fırlayıp kendi kalbine bıçağı saplayan bir intihar hüznü taşıyordu. O
bakışlar annesinin kendince ona verdiği bir yanıttı. Bu fotoğraf eski yağmurların kokusunu, intihar
ve hastane görüntülerini, sokaklarda bali çekip sızamamayı, ayinden sonra yalnızlığı bekleyen pazar
günlerini anımsatıyordu. Annesinin resmi tüm çağrışımları ve ödeşmeleriyle birlikte yalnızlığındaki
yerini almıştı. Ukdesiyle yaşıyordu içinde.
Gözleri yaşardı. Yine annesinin verdiği yuvarlak aynaya baktı. İnsanın yüzü kendi yüzünden kaçar
mı? Evet, kaçar. Onlarca başka yüzler geçti yüzünün içinden. Bazı yüzlerle konuşmaya başladı.
Ateşli fısıltıları, bastırılan hıçkırıkları duydu. Aynanın karşısında, umarsızlık ve acz ile kendine
dönüşüyordu. Pencereyi açmasıyla birlikte odanın içine garip bir yel doldu. Sesleri solmuş resimler,
uzak kapı gıcırtılarını ılık bir esintiyle ona taşıyor olmalıydılar. Kardeşleri dünyanın dört bir yanına
dağılmışlardı. Ailesinin hiçbir ferdi ne bir aradayken ne de dağıldıktan sonra mutluluğu
yakalayabilmişti.
Etrafta yıkılmış evler vardı, bir de onca yıkıma rağmen ayakta duranlar. Yerinden oynatılmış
tuğlalar aralardaki boşlukların görünürleşmesini sağlıyordu. Bu boşluklara neler sığdırmamıştı ki
zaman: Babalar geri dönsün diye hafifçe aralanmış kapıları, reze gıcırtısını, zamanı tutan
menteşelerin sökülmelerini yuvalarından, soğan kabuğuyla boyanmış Paskalya yumurtalarını,
babasını içine çeken suların en karanlık zamanlarını, sokakların git gide dikleşen yokuşlarını, geceyi
karabasana çeviren uykusuzluğu, Sara’nın dudaklarından dirlik devşirdiği ânları, bir gövdenin
önünde diz çökmeyi, sokağın kuytusunda yankılanan silah seslerini, neredesin yitikliğini, kilisenin
avlusundan bilgece bakan taşlarıi dünyayı yudum yudum tükenişe çeviren yalnızlığı, duvarlardaki
top mermisi göçüklerine yuva yapan fareleri, yoldaşların dünya telaşına değiştirilmesini, içinde
kaybolduğu uzaklıkları, suskunun egemenliğine giren zamanı, tini çizip yırtan sessizlikleri, ışığı
sızdıran sıva çatlaklarını ve ondan geri dönmemecesine uzaklaşan trenleri sığdırmıştı zaman.
Soluklandı biraz. Nefessiz kalmıştı. Ceketini alıp dışarı çıktı. Boğazına tıkanan yumruğu eritmeye
çalışıyordu. Babası başka bir kasabada yaşıyordu. Aralarındaki gerginlik, tek başına yaşayan
babasının annesine bir zamanlar çok kötü davranmış olması yüzündendi. Eve vardığında yalnızlık
ve suçluluğun bilincini zayıflattığı bir adam duruyordu karşısında. Eğilip elini öptü. Öyle bir süre
sessizce kaldılar. İhtiyarlıktan patlıcan şeklini almış burnu içmekten kızarmıştı. Buruşuk kasketini
başının arkasına devirerek, “Neden geldin? Yine beni tenkit etmek için mi? Gelme artık. Bu zilleti
çekmek istemiyorum. Verdiğin üç kuruş para. Yavan egmeğin arasına soğan kor yerim yine de
senin gibi uğursuza minnet etmem.” diye söylendi. Uzun uzun baktı babasının gözlerine. Gözleri
kızıl ve çapaklıydı. Yırtıcı bir suçlulukla alevlenmişlerdi. “Yok baba nerden çıkardın tenkidi falan.
Hal hatır sormak için geldim.”
Bir süre gönül alıcı konuşmaya çalıştı. Ama işe yaramıyordu. Sesi öfke duvarına çarpıp geri
dönüyordu.
“Halın hatırın batsın, nursuz, sinsi, vefasız sırtlan. Artık bir gün bile katlanmak istemiyorum o
meymenetsiz suratına.”
Dışarıya çıktı. Yalımları raks eden bir ateşin başına kızlı erkekli bir grup toplanmıştı. Hıdrellez’i
kutluyorlardı. Günlük hayatın olağan akışı içinde yalımının gözümüzü aldığı büyük yangınları
düşündü. Yazarın anlattığı gibi, iki ayrı yıldız iki ayrı yönden gelip birleşecek miydi acaba? O
birleşmeyle tüm akarsular ve denizler susacak mıydı? Az ötedeki ormanı, ateşten ve külden
varlıkların sessizliği kaplamıştı. Arada bir denizi gözlüyordu. Sırlarla dolu bir gece sulara batmak
üzereydi.
Gençler aralarında ateşli ateşli konuşuyordu. Gencin birinde, konuşmasını kesen gergin tikler ve
seğiren yüz kasları vardı. Elleri havada, ateş çemberinde kalmış, kendini sokmak üzere olan bir
akrep edasında deviniyordu. Gençlere doğru yaklaştı. “Hayırdır gençler, bir mevzu mu var?”
“Sen karışma babalık. Senlik bir şey yok.”
Zamanın ve mesafenin birbirlerine karşılık verdikleri yanılsamalı bir oyundu sahnelenen. Bu
sahnede hayat ona ayrıcalıksız bir seyirci rolü verip, onu yıllarca kenarda bekletmişti. O gün
beklemenin bütün basıncı olanca şiddetiyle geceye, olanca şiddetiyle denize boşalınca anlamıştı ki,
sadece suyun değil zamanın da derinliklerinden yükselen ve milyonlarca yıldır değişmeden kalan
bir ilke vardı: Dokunmak ilkesi. Birileri veya bazı şeyler size dokunur ve böylece seçilmiş
olursunuz. Sara ona hem kelimeleri hem gözleriyle dokunandı. Bu yüzden seçilendi o.
Bu tatsız tartışma sabahı zor etmesine neden olmuştu. Sabaha karşı uyandığında babasının odasına
uğramadan sahile yürüdü. Külleri soğumuş ateşin yanında yerde cansız uzanan bir erkek cesedi
gördü. Haki gömleği kanlıydı. Yanına yaklaştı. Boynundan nabzını ölçtü. Atmıyordu. Gömleğin
düğmesindeki kan lekesi kurumuş bordo bir renk almıştı. Cesedin gömlek cebinden dışarıya bir
tabaka ve özenle katlanmış sarı bir zarf sarkıyordu. Garip bir soğukkanlılıkla mektubu okumaya
başladı.
“En hafif seslere gizli, ince sızıları yakalayan biri vardı. Söze dökülemez mırıltılarla konuşurdu.
Kalbe fısıldıyandı o. Bluzunun altında taşıdığı küçük göğüsleri büyük görünsün diye pamuktan
toplar koyardı sütyeninin içine. Ona hâlâ tapınma duygusunu andıran bir aşkla bağlıyım.
Gözümün nûru. Sana sıkıntılarımı yazmaya çalışıyorum. Düşünüyorum da, bunca zamandır
büyütmüş yetiştirmişsin beni. Sen içimdeki kıraca can veren mevsimdin. Soylu bir iğdeden kopmuş
sarı yapraktın, kokusunu rüzgârların uzaklara savurduğu. Sen hem başkaldırım hem bağışlanma
umudumdun. Tortu hürriyet hisleri, içimdeki Bastille’in yıkılan duvarıydın Sara. Sen benim içinde
boğulduğum deryaydın. Ben senin med-cezir vakitlerini bilirim, fırtınalı zamanlarını. Gittiğinden
beri deniz ürpertici bir geri akış artık, akşam oluyorum her dalgası yükseldiğinde. Sen gittikten
sonra dinmeyen sarsıntıların kesik çizgileri ve sarsıcı fırtınanın yıkıntıları altında hep bir
mayalanma halinde olan korkunç ıssızlığımla başbaşayım. Bir şeye beraber inanmanın heyecanını
çoktan yitirdim. Zaman yenik düşmeyi ve biteviye geri çekilmeyi öğretti. Her gece, zamanın
tekerlekleri kırık kağnılarına koşulmuş huysuz atlar şahlanır içimde. Çocuk ölümlerine, masumların
korkunç ıstırabına mıhlı görüntülerin akınına uğrarım. Herkes başkasından İsa’nın jestini
beklemektedir.
Dünyanın bu dehşetli gidişi içinde aşk ne kadar da sakil duran bir şey, değil mi? Bir sonraki
mektubuna resmini koy. Ona baktıkça içime büyüyen dalga belki yatışır. Lütfen bu yenik gölgeyi
uzaklığın içinden geçirerek sevmeye devam et!”
Mektubu okuduktan sonra koşarak babasının külübesine geri döndü. Babasının cansız bedeniyle
karşılaştı. Erik kurusu ellerini göğsü üzerinde kenetlemiş, sonuçsuz düşüncelere dalmış biri gibi
uzanıyordu. Naaşın etrafında toplanmış insanlar ayin düzenlemekteydi. Baba ve oğul aynı beden
içinden kalabalığa, eskil bir yamyamlık ilkesi uyarınca, “İşte etim, işte kanım, yiyin için” diyordu.
Derin derin soluklanıp sakinleşmeye çalıştı. Bilinen bir gecikmenin fırtınasıydı yaşanan. Yaşanan,
anayurdu savunurken geri çekilmek zorunda kalan vatansever subayın asker arkadaşının yüzüne
bakamamasına benzer bir şeydi.
Kanlanmış zarfı yere bıraktı. Ürpermişti. Hızla evden çıktı. Polisi aramaya çalışmış ancak numara
bir türlü bağlanmamıştı. Kasabaya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Her mayısta azmanlaşan
kokularıyla tüm sokakları teslim alan iğdeler vardı. İğde ağaçları, genç kızların yeni
tomurcuklanmış göğüslerini sevdiklerine elletme düşünü çağrıştırırdı içinde. Bunu eskiden Sara’ya
söylediğinde kadının yanaklarına tatlı bir pembelik yayılmıştı. Durup dururken onu düşsel bir
sevişmenin içine yerleştirmeye çalışıyordu. Bu hayal gözden kaybolduğunda iğde hevesleri ve derin
zaman kuyularının yankısı kalmıştı geriye. Yıkıntıların içinden doğrulmuş bir hayalin bir kez daha
ölmesiydi yaşanan.
Kendi zorunluluğuna doğru ilerlemenin telaşıyla yürüyordu. Nihayet gecekondusuna ulaştı.
Anahtarı arandı ama bulamadı. Üstleri kesici cam kırıklarıyla döşenmiş bahçe duvarlarını tırmandı.
Cam kırıkları ayaklarına, ellerine battılar. Fakat ne hikmetse kanatmıyorlardı. Duvardan bahçeye
atlamadan önce annesinin seneler önce ektiği ceviz ağacına kendini asmış, batık göğüslü bir adam
farketti. Rüzgarda titreşen bir iskelete benziyordu. Ensesinden başlayıp kuyruksokumuna kadar
ürperdi. Ceviz ağacında sallanan bu adam korkunç derecede kendisini andırıyordu.
Saatine baktı. Saat, hangisi akrep hangisi yelkovandır bilinmez, bir ölünün Greenwich
meridyeninden, zamanın közü ve külü arasında bir yerde kaldığını haber veriyordu.
Yaralı bir dili vardı zamanın. Kadifeden gömleğiyle yaşlı gözlerini silerken, annesinin bezden bir
bebek gibi mertekte sallanan kırık boynunu, karanlığı yaran bakışlarıyla ölümcül suskunluğunu
hatırladı.
Kendisi de annesi gibi tutunduğu her yerden kovulandı. Gitmek dünyaya bırakılmış bir işaretti işte.
“Şu hayatta en kolay iştir ölmek. Belki bazılarının ölmek dışında yapabilecekleri başka bir şey
kalmamıştır” diye düşündü.
Bir cevap yazın