II
Altay’ın ölümünden bir hafta sonra
Altay’ım hep düşündüm, korktum ne yapacağımı bilemedim. Beni bırakıp gittiğin gün sana çok kızdım. Ölüm kurtuluş muydu? Sen ne ara bu kadar bencil oldun? Kendini düşündün de şu zavallı karını mı düşünmedin? Para bu kazanılıp ödenmez miydi? Neyse… Seni asla affetmezdim, affetmeyecektim. Bugün aldığım haber her şeyi tam tersine çevirdi. Rabbim seni aldı, bana bir Altay verdi. Evet, tahmin ettiğin gibi gebeyim. İşte bu yüzden seni affediyorum. Ben sana bu haberi verecekken, mezarının başındayım. Boynuna sarılıp sevinçle söyleyecekken, mezarına sarılıp ağlayarak söylüyorum. Olsun ben seni affettim. Bebemin babası, Altay’ım.
Yalnız kaldım. Burada yalnızlık iki kat daha acıtır insanı. Hele bir de bebek varsa. Ne yattığım yeri biliyordum ne uyuduğum uykuyu. Koyun meselesi de çözüldü, aslında çözülmedi. Tek kaldığım için erkeksiz kaldığım için insaf(!) etmişlerdi. Benden bir şey sormadılar da istemediler de. İki koyunum bir bebem bir de ben vardım. Ne yapacaktım, ne yapmalıydım bilemiyordum. Tek gayem çocuğumu sağlıklı bir şekilde doğurmaktı. Onun için bir şeyler yapmam lazımdı. Çocuğumun kaderi de benim kaderim gibi hele de Altay’ımın kaderi gibi olmayacaktı, olmamalıydı.
Bu sefer de şefkatli yüzünü gösterdi bana ey güzel törem! Ama giden gitmiş yiten yitmişti. O zaman neden tutmadın elimizden ey güzel törem? Dediğim gibi töremiz sert acımasız olduğu kadar da şefkatliydi. Aynı bir baba gibiydi. Çocuklarını severdi ama sevgisini belli etmezdi. İşte bizim töremizde aynı böyleydi severdi bizi ama belli etmezdi. En ufak hatada keserdi cezasını. Ama asla elimizi de bırakmazdı.
Köyümüzün gariban anası Ayşe Ana. Herkes tarafından sayılan, sevilen biriydi. Beni de severdi ta çocukluğumdan. Bir kızı üç oğlu vardı. Ama yaşayan kimsesi yoktu. Aile bağları güçlü insanlardı bunlar. Bir bayram baba ocağını ziyarete gelirken elim bir kaza sonucu hepsi hayatını kaybetmişti. İşte o gün bugün Ayşe Ana yalnız ve kimsesizdi. Kış vakti sobasını yakmaya, aşını etmeye köylü bacılar giderdi. Ben de giderdim. Her gitmemde yüzümü okşar, severdi beni. “Sen de kızımı görürüm.” derdi ve gözyaşları bu acıya yenik düşerdi. Yaşanan olaylardan sonra yine sobasını yakmaya gittim. Beni görünce ağlamaklı gözleri iyice doldu taştı. Oturdum. Bana, “Yüzü güzel, gönlü güzel, bahtı kara kızım.” dedi. Yine her defasında yaptığı gibi yüzümü okşamaya başladı. Tepkisiz bir şekilde ölü misali yattım dizlerine sustum, daldım, daldım… Bir zaman sonra titrek sesiyle “Ey güzel kızım ben yalnız, sen yalnız bu hayat böyle zor olur. Gel gayrı bundan sonra aynı sofrada yiyelim, içelim.” dedi. Uzun zamandır özellikle de Altay’ımdan sonra böyle içim pırpır etmemişti. Yine aynı titreyen bir ses tonuyla cevap verdim: “Anam, Ayşe Anam Allah senden razı olsun.” diyebildim. Ertesi gün taşındım eve. Taşındım dediğime bakmayın. Birkaç parça eşyam ve koyunlarım. Artık Ayşe Ana da yalnız değildi, ben de yalnız değildim. Birbirimize destek olup yalnızlığımızdan sıyrılıp gidecektik. Artık biraz daha alışmıştım yokluğuna. Altay’ım gideli bir ayı geçmişti. Gebeliğim de iyi gidiyordu. Hâmd olsun bir sıkıntımız yoktu. Ayşe Ana da halinden pek memnundu. Onun da yüzüne kan, gözüne can gelmişti. İşte töremiz Ayşe Ana vasıtasıyla şefkatli yüzünü gösteriyordu bana. Ayşe Ana’m töremizin en şefkatli tarafıydı. Ey güzel törem! Günler birbirini kovalıyor, kış yerini yavaştan güneşin sıcak yüzüne bırakıyordu. Gerçi buralarda güneş ısınmak için değil de günü aydınlatmak için doğardı. Yine öyle bir gündeydik. Adeta güneş ısıtmak bir yana içimizi üşütüyordu sanki. Sularımız da bu yüzden henüz çözülmemişti. Köylü kadınlarla birlikte köyün aşağısında bulunan pınardan su taşırdık. Orası yaz-kış akardı. Sürekli aktığı için çok şükür donmuyordu. Yoksa ne yapardık biz? Ayşe Ana’m beni göndermek istemiyordu. Çocuğuma bir şey olmasından korkardı hep. “Güzel yavrum, bırak sen gitme suya, ağır iş eyleme. Bebene de kendine de zarar verirsin.” der, dururdu. Ben ise bir şey olmaz, her şey Allah’tan anam tasalanma derdim. Ama nasıl bilebilirdim ki başıma gelecekleri?
Kovamızı aldım, yola çıkmıştım. Çocukluk arkadaşım Sema’yla buluşup pınara doğru yürümeye başladık. O da Ayşe Ana’m gibi söylenmeye başlamıştı. “Derdin ne de kendine bu kadar eziyet edersin? Ver kovayı bana ben iki kere dönerim gerekirse sen hele git otur.” Aman Sema, Ayşe Ana’m gibi başlama sen de ne olur. Her şey Allah’tan! Bir şey olmaz gayrı haydi acele et, aha şimdi sıra bulamayacağız. Vardık pınarın başına. Elinde kovalarla sayısız insan. Kimi çocuğuyla gelmiş, kimi yalnız. Ben dedim, acaba ben de çocuğumu elime alabilecek miyim? Nedense gebeliğimden sonra ilk defa böyle bir düşünceye kapıldım. Sanki bir rüyaya dalmışım gibi hissettim. Her şey Allah’tan! dedim. Sema’nın çimdiklemesiyle bir anda irkildim kendime geldim. “İyi misin kızım?” diye bağırdı. Sadece sessizce “iyiyim” diyebildim. Pınarbaşı sohbetleri keyifli olurdu. Herkes aklına gelen bir şeyi anlatır, olur olmaza güler eğlenirdik. Derken sıra nasıl gelmiş, ne ara doldurmuşuz kovamızı anlamazdık. Zaman suyun başında, su olur akar giderdi. Aldık kovamızı, yüklendik yükümüzü, tuttuk evimizin yolunu. Sema ile derin sohbete dalmışız, yol kısalmıştı sanki. Evimizin köşesine gelmiştim Sema ayrılmış, arkası dönmüş tam gidiyordu ki çığlığımla geri döndü, Elindeki kovayı atıp koştu yanıma. Onunla vedalaşıp tam eve doğru yönelmiştim ki bir anda gözüm karardı. Olduğum yere yığıldım ve elimdeki kova da üzerime düşmüştü.
Gözlerimi açtığımda yatıyordum, sobanın başında. Başımda Ayşe Ana’m ıslak gözleriyle, Sema düşünceli bakışlarıyla, köyümüzün ebesi ise başı önde duruyordu. Bir terslik olduğu besbelliydi ama ne olmuştu. Gözlerimi açınca sormaya kalkıştım ama duyacağım cevabı kestiremediğim için soruyu soramadım. Tekrar kapattım gözlerimi. Bir süre sonra hafiften başımı kaldırıp anama baktım. Gözleri iyice dolmaya başladı. Köyümüzün ebesi gitmişti o arada. Sema da onunla beraber çıkmış. Ana, dedim sadece. Sanki konuşmaya hiç takatim yoktu. Hafif bir öksürdüm, başım tekrardan yastığa düştü. Bütün cesaretimi ve gücümü toplayıp tekrardan doğruldum. Bu sefer doğrulmayı biraz daha başarmıştım. Anamın elini tutup susma dedim. Gözlerin pek iyi şeyler demez ana. Ebe neden geldi, söyle ana. Diyebildim ve bir öksürük daha tuttu beni. Anam ezilip büzülerek elini karnıma koydu ve kısık, titrek bir sesle her şey Allah’tan yüzü güzel, bahtı kara kızım diyebildi. İşte o an her şey bitmişti benim için. Tekrardan yastığa düştü kafam. Gözlerim karardı, aklım bulandı. Bir kelime edemedim. Sanki boğazım düğüm düğüm oldu. Nefesimde boğulur gibi oldum. Gözlerimden ince bir yaş kalbime doğru süzüldü. Önce Altay’ım sonra bebeğim. Artık tamamen yalnız kalmıştım bu hayatta. Hiçbir şey düşünecek durumda değildim. Ne Ayşe Ana’m ne de başka bir şey geliyordu aklıma. Aklım tutulmuştu adeta. Derin bir uykudaymışım gibi hissediyordum.
-Altay’ım sen nerelerdesin? Beni bırakıp gittin. Burası neresi böyle? Neden eve gelmiyorsun?
-Eşim, can eşim, can parçam. Gel bak biz buradayız. Bebeğimiz de burada asıl sen ne yapıyorsun orada? Neden gelmiyorsun yanımıza? Gel haydi! Bak biz buradayız.
-İşte geldim Altay’ım. Bundan sonra hep beraberiz…
O gün bebeğini de kaybedince adeta kafayı yemişti tamamen kendinden geçmişti. Altay ile konuştuğunu söyleyip bebekleriyle birlikte onu beklediklerini sayıklayıp durdu. Daha sonra köyün merasına doğru bir akşam vakti sır olup uçtu. O günden sonra kimse ondan haber alamadı.
Ocak 2020/Taşlıçay-Ağrı
Bir cevap yazın