Zeynep’e aşkta duyarlılık ve fedakârca tutumlar istemediğimi, bunun sonra üzerimde iç daraltan bir ağırlık oluşturduğunu söyledim.
Benim gibi incelikten yoksun, katı bir egoistin bile fark edebileceği biçimde gözleri doldu ve söyleyecek bir şey bulamamanın verdiği çaresizlikle yutkundu. Elini tutmam, yüzüne bakıp onu çok sevdiğimi ve asla yalnız bırakmayacağımı söylemem gerektiğini biliyordum. Ama bunu yapmadım. Gelip geçen otobüslerin gürültüleri, taksicilerin sabırsız kornaları ve meydandaki öfkeli kalabalıktan duyulan bayat sloganlar, aramızdaki sessizliğin üstünü tedirgin edici bir pus gibi örtüyor, bütün bu çıkmazı olduğundan daha rahatsız edici bir acıya dönüştürüyordu.
Yıllar önce ülkenin bu en kalabalık caddesinde taşradan gelmiş yapayalnız bir köy çocuğu olarak avare avare dolanırken bir gün; bembeyaz tenli, ince bilekli, kömür saçlı, akıp giden berrak bir ırmak kadar duru yüzlü bu kadınla tanışıp ömrümün en mutlu günlerini onunla yaşayacağımı ve sonra da bu mitleşmiş abidenin altında midesine bir bıçak saplayıp kaçmak isteyeceğimi nasıl bilebilirdim.
“Ne istiyorsun peki, ne yapmam seni mutlu eder?” diye sordu Zeynep. Hep böyle cesurca sorular sorardı. Çoğu zaman aramızda bir topuk ağrısı gibi sessizce beliren suskunluğu ilk o fark eder ve derinlere inip kökleşmesine fırsat vermeden ustaca sözlerle savuşturmaya çalışırdı.
“Aşkın yükü ağır, aylaklığı özledim Zeynep.” diyecektim sadece. O halde böylesine basit, alelade bir cümleyi neden bir çırpıda söyleyemiyordum? Onu arkamda bıraktığım anda, köşeyi döner dönmez yığılacağımı ve histeriye tutulmuş gibi ağlayacağımı biliyordum. Gözlerimin içine bakıyordu, geleceğe, en azından bizi ertesi haftaya, bir ay sonraya götürebilecek bir cümle, hiç olmazsa bir kelime bulmak istiyordu orada. Ama ben, yüzlerce yıldır benim gibi milyonlarca korkağın yaptığı şeyi yapıp; “Bilmiyorum.” dedim.
İki sene boyunca şehrin bütün sokaklarında dolaştığım, milyonlarca yalnızın arasında elimden tutup yürümüş, Kadıköy’ün, Hisarüstü’nün, Sarıyer’in, Fatih’in her bankında, her basamağında başını omzuma yaslayıp beni olduğumdan daha güçlü, daha huzurlu, daha şanslı hissettiren bu kadına yalan söyleyerek; “Bilmiyorum.” dedim. Bu ne alçakça, ne bencilce bir cevaptı! Seven bir kadının cesaret gerektiren bu sorusuna bile dürüstçe karşılık vermekten kaçan, korkan, ödlek bir adamdım.
Oysa çok değil, daha birkaç ay önce şu durakta, onu benden alıp Zeytinburnu’nun bilmem hangi mahallesine götürecek otobüsün hiç gelmemesini isteyen ben değil miydim? Fatih’teki o soğuk hava tünelini andıran altgeçitte, avuçlarını açıp kohlamış, yüzünü ellerimin arasına alarak çocukluğun kaygısız günlerinden kalma sevinçle; “Hep seni aradım.” dememiş miydim? Galata’nın, Karaköy’ün, Beşiktaş’ın sokaklarında peşinden pervaneler gibi döndüğüm bu kadın Zeynep değil miydi?
“Sarılabilir miyim sana?” dedi. Tedirgin bir güvercin gibi omuzlarıma konan, sevgiyle sarılan, saçları, gözleri, inip şişen göğsü, yanakları, nefesi “Gitme!” diye yalvaran bu kadını yavaşça kendimden ayırdım ve pembeleşmiş yanaklarını iki elimin arasına alıp bu kez; “İzin ver gideyim” dedim. Beni eski, taş bir duvarın yanına çekti ve iki elimden sıkıca tuttu. “Burayı hatırladın mı?” dedi. “tam burada bekliyordun beni. Elinde kocaman bir çiçek buketiyle gizleniyordun. Seni çoktan fark etmiştim. Bir süre izledim seni, çıkıp bana doğru yürümeni istiyordum ama bir yandan da seni o halde izlemek hoşuma gidiyordu.” Gülümsüyor, eski günlerde kalmış mutlu zamanları düşlüyormuş gibi tevekkül dolu bir huzur yayılıyordu yüzüne. “Keşke…” dedi, “keşke hiç çıkmasaydın bu duvarın arkasından. Keşke o çiçek buketi ve budala gülümsemenle yanıma gelmeseydin. Keşke seni bir süre izledikten sonra şu otobüslerin birine binip gitseydim. En acı şey tanımakmış. Sevmek ya da âşık olmak değil, tanımakmış. Uzaktan bakınca öylesine biriydin, bu kentteki milyonlarca insandan biri… Ama tanıdım seni işte, Allah kahretsin ki tanıdım! Nasıl unutacağım şimdi. Nasıl hiç tanışmamışız, hiç birlikte ağlamamışız, hiç kaçırdığımız trenin peşinden koşmamışız, el ele tutuşup limanlara koşmamışız gibi yaşayacağım.
Ağlıyordu Zeynep. Göğsü hızla inip kalkıyor, elleri titriyor, bir yandan da gözyaşlarını silmeye çalışıyordu. Mutlu olduğumuz, güldüğümüz, şımardığımız günlere dair sahneler geldi gözümün önüne. Ağlamaya başladım ben de. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Bir tarafım, Zeynep’e sımsıkı sarılıp “Seni ölesiye seviyorum, buradayım ve hiçbir yere gitmiyorum.” demek isterken bir tarafımsa, kesik kolu koparıp atmak, caddelere, sokaklara, hür, bağımsız, sorumsuz günlere koşmak istiyordu. Benim de ağlamam Zeynep’in melankolisini dağıtıp öfkesini ortaya çıkarmış olacak ki kendinden emin, ne söylediğini bilen bir edayla konuşmaya başladı; “Başlangıçların adamısın sen! şiirsel girizgahların, görkemli sunumların, kahramanca coşkuların, epik senfonilerin adamısın. Ama yüreğinde, çaldığın orkestrayı sürdürebilecek cesaretin, gücün yok. İlk günlerin ateşini, yeni bir serüvene başlamanın heyecanını seviyorsun. Ağlıyorsun ama ikimize ağlamıyorsun sen. Kaybettiğin hislerine, kalbindeki kuşun uçup gitmesine ağlıyorsun. İçinde açılan boşluğa ağlıyorsun. Git, beni de düşünme. Git ve yeni başlangıçların peşine düş. Seni bir süre daha severim, bir süre daha arkandan ağlarım. Huzur dileyeceğim sana ama hiç onu aramadın ki sen. Git hadi.”
Istırap içinde, ruhum bin parçaya bölünmüş; “Hoşça kal.” dedim ve kalabalıklara doğru yürüdüm. Epey uzaklaştıktan sonra Tarık Zafer Tunaya’nın önünde durdum. Rahatlamış hissediyordum. Gülümsedim. Ama sanki kanlı bir cinayet işlemiş de izini kaybettirmeyi becermiş bir katilin gülümsemesiydi bu.
Mehmet Kabakçı
Bir cevap yazın