Fısıltı dindi…
Düş kapanı kapandı…
Çocuk başucundaki düş kapanına baktı. Düş kapanının yeşil tüyleri hala sallanıyordu. Oysa düş kapanının tüyleri gerçek hayatta asla sallanmazdı. Birden irkildi. Gözlerini ovalayıp tekrar açtı. Gözleri buz gibi bir soğukla üşüdü. Elleri sarardı. Burnu kızardı ve uzaktan çok uzaktan geliyormuş gibi iniltiyle karışık acı bir çığlık duydu. O sese doğru birkaç adım atmıştı ki kendisini ince bir buz tabakasının üstünde buluverdi. Her yer göz alabildiğince pürüzsüz ve düzdü. Ayaklarına baktı. Buz tabakasının üstünde tekinsiz duruyordu. Okyanusun üstü dört beş santim kalınlığında bir buz tabakası ile kaplıydı. Sanki buz her an kırılacakmış gibi görünüyordu. En ufak bir harekette soğuk suya gömülecekmiş gibi hisseti. Tüyleri diken diken oldu. İrkildi. Hava soğuktu. Uğultulu bir rüzgâr esiyor, gözlerini, yanaklarını kulaklarını sıyırıp dondurarak arkasına doğru gidip, buzulu suyu yalayarak etrafa yayılıyordu. Birden tam karşısından, uzaklardan çok uzaklardan bir ses duydu. Neye veya kime ait olduğu belli olmayan ses ona doğru hızla yaklaşıyordu. Ses yaklaştıkça da silueti belirginleşiyordu. Sonunda ses ve görüntü seçilebilir hale geldi. Gelen buz beyazı bir attı. At kişneyerek dörtnala ona doğru geliyordu. Çocuk korkusuzca bekledi… Bir anda uzun kıvırcık yelesiyle buz beyazı kısrak çivili nallarıyla buza saplanarak on santim önünde duruverdi. Hava kutup soğukluğunda olmasına rağmen buz beyazı at ne yorgun görünüyordu ne de etrafa burnundan sıcak hava yayıyordu. Bin sırtıma der gibi kişnedi buz mavisi at. Bindi çocuk bir çırpıda eğersiz buz atın sırtına. Bir bildiği vardı. Belliydi. Çocuk hiçbir şey demeden sessizce yola koyuldu. İniltiyle karışık acı çığlığa doğru yol alıyordu buz beyazı at. Kanatlanıp uçar gibiydi. Sanki o çığlığın sahibine yetiştirmek istiyordu sırtındaki çocuğu. At ilerledikçe iniltili çığlığı daha da yakından duymaya başladı çocuk. Işık hızında ilerleyen at sonsuz uzunluktaki buzla kaplı suyu bir çırpıda geçip, okyanusun tam ortasında buzlar üstüne kurulmuş buz şehrin kapısından içeri girip aniden durdu. Buz mavisi at çocuk üstünden iner inmez koşmaya başladı ve buz şehrin tam çıkış sınırında bekledi. Sanki ne olacağını bilir gibiydi.
Çocuk eline sıcak nefesiyle üfleyip donmak üzere olan parmaklarını ısıttı. Buz şehrin insansız sokaklarında çığlığa doğru yürüdü. Çığlığa yaklaştıkça sesin bir kadına ait olduğunu anladı. Sesi takip ederek buz şehrin meydanına vardı. Meydanın tam ortasına geldiğinde çığlığın sahibini gördü. Çiçek desenli elbisesiyle bir kadın boylu boyunca buzlar üstünde yatıyordu. Kalbine buzdan bir hançer saplanış, üstünü ince bir buz tabakası kaplamıştı. Çocuk kadının yanına vardığında kadın can çekişiyordu. Hareket etmeye takati kalmayan kadının dudakları yavaşça kımıldıyor sanki bir şeyler fısıldıyordu. Çocuk kadına doğru üzüntü ve gözyaşıyla yaklaştı. Kulağını kadının dudaklarına dayadı. Kadın katilinin adını fısıldadı çocuğun kulağına. Çocuk irkildi. İnanamadı duyduklarına. Bir insan yapabilir miydi bunu en yakınına. Kapandı kadının üstüne sıcak bir yorgan gibi. Eridi buz tutmuş kadın. Eridikçe kanadı yarası. Sel olup aktı buz tutmuş okyanusa. Buzun altı kan kırmızısına bulandı. Eriyip yok oldu kadın çocuğun sıcaklığından. Belli ki tanımıyordu saf ve karşılıksız sevginin sıcaklığını. Çocuk anladı buz şehrin soğukluğunu, okyanusun buz tutuşunu. Buz kesmiş sevgisizlik hançeri saplanmıştı kadının yüreğine. Bir kadının ruhunu ve bedenini sevgisizlikten başka ne dondurabilirdi ki zaten!..
Çocuğun elleri kanlar içinde kaldı. Doğruldu çocuk kanlı ellerine bakarken. Tam dikelmişti ki erimiş kadının kıyısında, başka bir çığlık duydu iniltiyle karışık. İnsansız buz şehirden kaçar gibi uzaklaştı. Şehrin sınırında bekleyen buz mavisi atın sırtına bir çuval gibi attı bedenini. Dörtnala koştu buz mavisi at buz kesmiş kadının katillerinden. Kıyıya ulaştı ve ansızın durdu. Atın ilerlemesi için topuklarıyla atı dürttü çocuk. Fakat at bir milim bile kımıldamadı. Çocuk anladı. Buz mavisi atın görevi buraya kadardı. İndi attan çocuk. Buzdan atın turkuaz mavisi kıvırcık yelesini usulca okşadı. At başıyla patika yola doğru itiverdi çocuğu. Yol beklemez der gibiydi. Yetiş der gibiydi, koş der gibiydi. Sen götür o zaman dedi çocuk buz mavisi ata. At sustu. Toprağa ayak basarsam erir yok olurum der gibi sustu. Buz tutmuş okyanusun hemen kıyısından başlayan patika yola ayak basmaya cesareti yoktu. Çocuk üstelemedi daha fazla. Buz şehrin acıları ve katilleri yetmişti ona. Zaten insandan başka hangi canlı yüklenebilirdi ki hayat denen bu acılı yükü.
Karaya ayak basar basmaz kendisini on sekiz yaşında siyah saçlı, mavi gözlü yakışıklı bir delikanlı olarak buldu çocuk. Şaşırdı. Çok şaşırdı yeni görüntüsüne. Baştan aşağıya süzdü kendisini. Güçlü kuvvetli kaslar, geniş omuzlar, sağlam çelik gibi bir vücut. Sonra içine yöneldi dikkati. Duyguları, coşkusu, hırsı ve istekleri de on sekiz yaşındaydı. Başka bir yerde başka bir dünyaya açmıştı gözlerini. Patika yola yöneldi gözleri sonra. Kıvrılarak ormana doğru giden patika yola. Yürümekle koşmak arasında bir hızda ilerledi. Buz kesmiş okyanus ülkesinden uzaklaştıkça hava ısınmaya ve ılık rüzgârlar esmeye başladı. Etrafı gürgen ağaçlarıyla kaplı patika yol ilerledikçe ağaçlarda çeşitleniyordu. Çam, kayın, meşe, çınar, kavak. Aralarda çimenler, güller, menekşeler, laleler. Kelebekler uçuyor, kuşlar ötüyordu. Renkleniyordu gittiği yol. Ama içindeki endişe ve korkuda artıyordu attığı her adımda. Ormanlık yol okyanustan uzaklaştıkça uzaklaştı ve sık ormanın içinde kıvrılarak gözden kayboldu. Sonunda bir tepeye vardı. Delikanlı hızlı adımlarla tepenin üstüne çıkıp aşağı doğru baktığında sınırları belirsiz milyonlarca ev gördü. Evlerin hepsi birbirinin aynıydı. Sanki hepsi aynı kalıptan çıkmış, aynı taştan, aynı kumdan, aynı demirden yapılmıştı. O renkli neşeli ve huzurlu dünya bir anda geride kalmış ruhsuz, renksiz, tekdüze ve monoton bir şehir önüne serilmişti. Uçsuz bucaksız bir şehir ölü gibi uzanmış önünde sere serpe yatıyordu. Hızlıca indi tepeden. Yol şehre yaklaştıkça genişledi. İnsanlar çıktı sonra karşısına. Hepsi sanki aynı insandı. Bakışları donuk, gözleri karanlık, ruhları cansız gibiydi. Onu gören kalabalık yolun iki yanına bölünür gibi ayrıldı. Sanki insan kalabalığı ikiye yarıldı. İnsanlar çekildikçe yoldan akan kanı gördü delikanlı. Kızıl ve sıcak kan buhar olup tütüyordu şehrin sokaklarında. Ayaklarına baktı sonra insanların delikanlı. Herkesin çıplak ayakları kana bulanmıştı. Üstlerine kan kokusu sinmişti. Leş gibi kokuyordu sanki şehir.
Yol açıldıkça aynı çığlığı daha güçlü şekilde tekrar duydu delikanlı. Sese doğru ilerledi. Dokuz yolun kesiştiği bir meydana vardı. Dokuz şeytan, dokuz sokakta, dokuz can almıştı. Her sokaktan ayrı bir çığlık ayrı bir inilti ayrı bir feryadı figan geliyordu kulaklarına. Hangisine gitse bilemedi. Gözlerini fal taşı gibi açıp bir seçim yapmak için bakındı sokak başındaki tabelalara. Tabelaları okudukça irkildi. Okudukça korktu. Okudukça ağladı. Önce kıskançlık sokağına doğru koştu. Telaş ve aceleyle ilerledi. Sesin geldiği evin kapısına vardı. Kapı hafifçe aralıklı duruyordu. Yavaşça girdi içeri. Koridorda kanlar içinde yatarken buldu pileli mavi etekli, ipek mor gömlekli çığlığın sahibi kadını. Onu görünce öldü kadın. Tıpkı kendisini öldüren boşandığı kocasına benzetmişti onu. Delikanlıyı görür görmez öldü. Akan kanı çıplak ayağına bulaştı delikanlının. Kapıyı kapatıp kaçtı delikanlı oradan. İntikam sokağına girdi, sonra özgürlük sokağına, sonra para sokağına, sonra namus sokağına, sonra diğerine, sonra diğerine… Her birinde son nefesini vermek üzere olan ayrı bir kadın buldu delikanlı. Kimisi on sekiz yaşındaydı kimisi doksan. Kimisi zayıftı kimisi şişman. Kimisi esmerdi kimisi sarışın. Kimisinin kanı akıyordu kaldırımlara, kimisinin gözyaşları. Her birinin kanı bulaştı delikanlının eline ve ayaklarına. Sonra sokakların açıldığı meydana döndü delikanlı. Etrafını saran kalabalığın yüzüne sürdü kanlı ellerini. İstisnasız herkesin yüzüne… Milyonluk şehir kızıl kana boyandı. Herkesin ya eli ya yüzü ya dili ya da ruhu kana bulanmıştı. Kimse temiz değildi artık… Hiç kimse…
Bir cevap yazın