Sol eline uzun beyaz giysiyi, sağ eline makası aldı. Derin bir iç geçirip açık pencereden gelen serin havayı içine çekti. Dolabın boy aynasına gözü takıldı.
Yatağın üzerinde oturuyordu, daha önce özenle dolaba astığı beyaz giysiyi az önce naylon kılıfından çıkarıp yatağın üzerine yaymıştı. Kendisi hevesle dikmişti, annesinin tüm itirazlarına rağmen bedenine tam oturan, diz altından sonra uzun etekleri hafifçe açılan bir model tercih etmiş, beyaz ipek ve saten kumaşı dantel ve boncuklarla süslemiş, yaka kısmını omuzlarına kadar açık tutmuştu.
Çok dar, demişti annesi, seni iyice şişman gösterecek, ayrıca yakası da çok açık. Dinlememişti annesini, ilk defa dinlememişti. Bir gelinlik dergisinde yıllar önce görüp beğendiği bu modeli hep aklında tutmuştu. Bir gün, demişti, ben de böyle bir gelinlik giyeceğim. Uzun duvağa da gerek yok, demişti annesi. Bu yaştan sonra uzun duvak mı olur, saçlarını beyaz bir gülle süsleriz olur biter. İşte o hemen öyle olup bitmesini istemiyordu, uzun zamandır bekliyordu bugünü, çok uzun zamandır. Kendisi dikmek istemişti giysisini, kendi istediği gibi, tadını çıkara çıkara. Yıllarca dikiş kurslarına gitmiş, eşe dosta model model, kalıp kalıp elbise dikmişti, kendisine mi dikemeyecekti.
Ayağa kalktı, makası ve giysiyi bırakmadan ellerini bedeninin iki yanına sarkıttı. Evet, hep şişman olmuştu, iri göğüsleri onu olduğundan da şişman gösteriyor, uzun boyuyla “iri yarı “ tanımının tam karşılığını veriyordu. Yan döndü, uzun beyaz giysinin etekleri bacaklarına dolandı, umursamadı. Karnını içine çekip aynadan kendine baktı, ne kadar da çekse nafile, göbeği hep oradaydı, adeta göğüsleriyle yarışıyordu.
Giysiyi ve makası yatağın üzerine fırlattı, uzun beyaz duvağı kılıftan çıkardı, hafifçe buruşmuştu, özenle katlarını açtı, siyah saçlarının üzerine yerleştirdi. Ne kadar da güzel duruyordu işte. Duvak takmanın yaşı mı olur anne, diye fısıldadı içinden. Annesine hep fısıldıyordu.
Liseyi bitirdikten sonra okumamıştı. Üniversite sınavını kazanamamış, bir sonraki yıla tekrar hazırlanmasını da ailesi gereksiz görmüştü. Öyle ya, kız çocuğu çok okumasa da olurdu. Nasıl olsa birkaç yıla kalmaz bir kısmeti çıkar evlenirdi. İtiraz etmemişti, itiraz etse kim dinleyecekti ki. Erkek kardeşinin üniversite eğitimi almasını mutlulukla izlemişti, çok düşkündü ona.
Her türlü ev işinde çok maharetliydi, evlerini pırıl pırıl temizliyor, şahane sofralar kuruyordu. Bunun çevresinde övgüyle karşılanmasına zamanla alışmıştı, eş dost herkes “ Maşallah çok becerikli, kendi evini çok güzel çekip çevirecek, Ayşe’yi alan yaşadı,” diyorlardı.
Ama almıyordu kimse onu, birkaç kez görücü gelmiş, çok güzel ağırlanıp gitmişlerdi ve bir daha da ses çıkmamıştı. Nedenlerini merak etmişlerdi tabii, “ Biraz şişman, azıcık iri” şeklinde cevaplar geldiği kulağına usulcacık fısıldanmıştı, üzülmüştü biraz ama çok da dert etmemişti. Bu arada kendisinden küçük erkek kardeşi evlenmiş, düğünde “ Sen hâlâ duruyor musun kız?” şakalarına maruz kalmıştı. Durmaya meraklı değildi, gidecekti gitmesine de kime?
Çok az arkadaşı vardı, ailesi öyle arkadaşlarıyla çıkmasına, hele ki tatile gitmesine filan izin vermiyordu. Evlenince kocasıyla giderdi. Görüştüğü az sayıdaki arkadaşı da evlenince ailesinin yanından hiç ayrılamaz hale gelmişti. Dikiş kurslarına gitmeye başlayınca azıcık nefes aldı, hemen öğrendi, çok becerikliydi, çok da zevkli olduğunu söylüyordu dikiş öğretmeni. Model çiziyor, kalıp çıkarıyor ve dikiyordu. Zamanla kendisine, ailesine hatta eşe dosta diker hale gelmişti. Bir süre sonra dikiş öğrendiği kursta öğretmenlik teklif edilince çok sevindi, ailesi önce mırın kırın etti ama baktılar Ayşe çok kararlı görünüyor, istemeyerek de olsa razı oldular. Zaten artık kırkına da varmıştı, görücülerin ayağı kesilmişti, biraz para kazanıp ailesine destek olmasının hiçbir sakıncası olmazdı.
Çok iyi bir öğretmen oldu Ayşe. Evlenmeyi uzun süredir bekliyor olmasının ona kazandırdığı sabrı işinde de gösteriyor, dikiş öğrenmeye gelen ev kadınlarına, genç kızlara büyük bir özenle kendi bildiklerini öğretiyordu.
Sonra bir gün öğrencilerinden Zehra Hanım, “ Ayşe kızım, sen benim evladım sayılırsın, benim bir erkek kardeşim var, eşinden ayıldı, genç bir kızı var ama annesiyle kalıyor, yaşça senden biraz büyük ama bir tanıştırayım isterim sizi, ne dersin ? ” dedi.
Kalbi duracak sandı Ayşe, bir kere görmüştü Zehra Hanım’ın kardeşini, ablasını kurstan almaya gelmişti. Uzun boyluydu, göbeği pantolonundan dışarı taşıyor, ellerini kollarını sallaya sallaya konuşuyor, yüksek sesle gülüyordu. Saçları dökülmüş, kalan az sayıdaki saç tellerini başının tepesinde sağdan sola özenle taramıştı. Herkese neşeyle selam vere vere kurs binasına girmiş, dersin bitmesini beklerken çayını höpürdeterek içmiş, ablasıyla çıkarlarken kapıyı tutup önce onun çıkmasını beklemişti. Uzaktan içi ısınmıştı Ayşe’nin, ama sonra unutmuştu.
Tereddüt etti önce, ne cevap vereceğini bilemedi. Tamam, dedi sonra, usulcacık, kimseye duyurmadan. Annesine söyleyip söylemeyeceğine uzun süre karar veremedi. Söylemedi sonra, öyle istedi. İlk defa onlardan habersiz bir şey yapıyordu, bunun yüreğine saldığı hafifliğe şaştı kaldı.
İlk buluşmada ısındılar birbirlerine, neşeliydi Mustafa, otursun diye sandalyesini çekiyor, ne yiyeceğini önce ona soruyor, garsonlara takılıyordu. İlk evliliğinden de söz etti azıcık, severek evlenmişlerdi, mutluydular da ama eşinin annesi onlarla oturmaya başlayınca problemler ortaya çıkmaya başlamıştı. Her şeylerine karışıyordu kayınvalidesi, oturmalarına, kalkmalarına, yemelerine, içmelerine, hatta odalarına çekilecekleri zamana bile. Eşi de arada kalmış, hatta zaman zaman annesinin yanında yer almıştı. Çocukları bile kurtaramamıştı evliliklerini. Neyse, dedi Mustafa, kısmet böyleymiş. Ama yalnızlık da canıma tak etti artık, ablam ne iyi etti de seninle tanıştırdı beni. İçi sıcacık oluverdi Ayşe’nin, kalp atışları hızlandı.
Ailelere haber verene kadar birkaç kez daha görüştüler, her seferinde gülüyordu Mustafa, her seferinde sandalyesini çekiyor, her seferinde önce o geçsin diye kapıları tutuyordu. Önce annesine söyledi Ayşe, annesi de babasına. Yaşı kırkı geçmiş kızlarına kısmet çıkmasına şaşırmışlardı, daha önce birkaç kez görüşmüş olmalarına da, damat adayının evlenip boşanmış olmasına, hatta bir evladı olmasına da seslerini çıkarmadılar.
Mustafa, ablası Zehra’yı da alıp her zamanki neşesiyle Ayşe’yi istemeye geldi. Kapıdan giren damat adayını ilk kez görünce annesinin yüzünde ortaya çıkıveren ifadeyi Ayşe sonraları hep hatırlayacaktı. Hayal kırıklığını saklamakta çok zorlanmıştı annesi, çünkü kelleri hiç sevmezdi, her yerde, her ortamda söylerdi. Ama bundan sonra susmak zorunda kalacaktı işte. Ayşe öyle düşündü. Gençler birbirlerini beğenmiş, anlaşmışlar, dedi babası. Gençler lafın gelişiydi, tabii, herkes biliyordu . Bize de vermek düşer, hayırlısı olsun, diye bitti isteme faslı.
Altı ay sonrasına nişan, bir yıl sonrasına da düğün yapma kararı alındı. Ayşe aslında o kadar beklemeyi gereksiz buluyordu ama hayır, demişti annesi. Bir sürü hazırlık yapmak gerekiyordu, zamana ihtiyaçları vardı. Mustafa susmuştu.
Önce nişan için salon arayışına girişildi. Ayşe nişanın aile arasında olmasından yanaydı, Mustafa’yla öyle konuşmuşlardı. Ama annesi salon diye tutturdu. Ayşe sesini çıkarmadı. Mustafa sustu. Salon hemen tutuldu, öyleydi, aylar öncesinden salonun kiralanması gerekiyordu, yoksa yer bulamazlardı. Çarşılara çıkıldı, parlak renkli saten kumaşlar alındı. Ayşe günlerce uğraştı, didindi, kendisine, annesine, kardeşinin eşine ve Zehra ablası’na şık kıyafetler dikti. Zehra ablası ben hallederim dediyse de Ayşe onun giysisini gönülden dikti ve hediye etti. Mustafa memnun oldu.
Nişan töreninde erkek kardeşi bir konuşma yaptı, ailenin büyümesinden duyduğu mutluluğu ifade etti ve ablasıyla abisine mutluluklar diledi. Ayşe çok şaşırdı, çok mutlu oldu. Mustafa da öyle. Annesinin gözleri doldu, babası heyecandan konuşamadı. Ayşe’yle Mustafa ilk defa herkesin karşısında el ele tutuştular. Ayşe ışıl ışıl, Mustafa çok neşeliydi.
Ertesi gün annesi Ayşe’yi bir kenara çekti, bana bak, dedi, henüz evli sayılmazsınız, her konuda dikkat edeceksin, evlenene kadar olmaz.” Her konuda” sözcüklerini söylerken gözlerini kaçırmıştı ama sesi sert ve kararlıydı. Ayşe kıpkırmızı oldu, tek kelime etmedi.
Daha ertesi gün de, “ Nasılsa artık nişanlısınız, hemen ev ve düğün hazırlıklarına başlansın, nişanı biz yaptık, düğün masrafları erkek tarafınındır, bazı ev eşyalarını da biz alacağız tabii. “ dedi. Bunları söylediğinde Mustafa yanlarında değil diye Ayşe şükretti.
Hemen bir sonraki gün annesi Mustafa’ya da söyledi aynı şeyleri, tamı tamına aynıydı sözcükler. Ayşe yine kızardı, utandı, usulcacık Mustafa’ya baktı. Mustafa’nın yüzü ifadesizdi. Tabii, diye cevap verdi. En iyisini yapmaya çalışacağız.
Mustafa’nın evi vardı ama şehrin dış mahallelerindeydi. Annesi orada oturmalarına razı gelmedi, yakınlarından ev tutulmasını istedi. Hem çocukları olduğunda onlara yardımcı olurdu, işleri kolaylaşırdı. Ayşe yine kızardı, çocuk konusunu Mustafa’ya hiç konuşmamışlardı. Belki Mustafa’nın zaten bir çocuğu olduğundan, belki de kendisinin yaşının kırkı geçmiş olmasından. Ayrıca annesi neden bu konuyu açıyordu ki?
Mustafa sesini çıkarmadı, Ayşe’nin ailesine yakın semtlerde ev bakmaya başladılar. Ayrıca mobilyacı geziyorlardı, annesi tutturmuştu mobilyalar şimdiden ısmarlansın diye. Hem daha ekonomik olurdu hem de anca yetişirdi. Ayşe, Mustafa’nın renginin atmaya başladığını fark ediyor ama sesini çıkaramıyordu. Annesi bütün ev ve mobilya mağazası gezmelerine geliyor, durmadan konuşuyor, her konuda fikrini söylüyordu.
Ayşe dayanamadı, bir gün bir köşeye çekti annesini. Lütfen, dedi, biz kendimiz halledelim, hem bak kaç yaşına geldik, sen daha fazla yorulma.
Annesi küstü, günlerce konuşmadı. Babasına söylenirken duydu birkaç kez Ayşe, analık hakkından, verdiği emeklerden söz ediyor, tek amacının onlara yardım etmek olduğunu, ama bunun kıymetini anlamadıklarını söylüyordu. Oralı olmadı Ayşe, işine baktı, bunu da nasıl yapabildiğine azıcık da şaştı.
Hemen arka sokakta ev tutuldu, annesi çatı katı olmasına karşı çıkar gibi oldu, çatı katları akardı kokardı, ayrıca yazları sıcak olurdu. Ayşe’nin bakışlarını görünce sustu, Ayşe annesinin içinden “ Nasılsa görürler günlerini, ben demiştim derim o zaman “ diye geçirdiğini hiçbir zaman bilmedi.
Ayşe çok sevmişti evini, geniş bir terası, uzakları gören aydınlık pencereleri vardı, küçüktü biraz ama onlara yeterdi, içinde oturan kiracı çıkar çıkmaz hemen bir boyacıyla anlaştılar, her odasını farklı renge boyattılar. Annesi hiç böyle şey görmemişti, beğenmedi, beğenmediğini fazlasıyla belli etti. Ayşe yine oralı olmadı, Mustafa sustu.
Mustafa ilk defa kızına ödediği nafaka konusunda konuştu, hem de yüksek sesle. Mahkemenin belirlediği rakamdan daha fazla nafaka ödüyordu ve bunu gönülden yapıyordu. O onun kızıydı, evladıydı, canıydı, ihtiyacı olduğunda hep yanında olacaktı. Annesi, artık geçindirmesi gereken başka bir yuvası olduğunu, bu nedenle fazla nafaka ödeme konusunu bir daha düşünmesi gerektiğini söylediğinde Mustafa ilk defa sesini yükseltti. Bu durum sadece onu ilgilendiriyordu, başka kimseyi değil, bu konuda yorum yapmak kimsenin haddi değildi, ama kimsenin.
Annesi, haddini aştığını anlamıştı, ama yine de geri adım atmadı, günlerce küstü. Ayşe arada kaldı, nişanlısına durumu idare etmesini rica etti, Mustafa çenesini sıktı, dudaklarını kıstı, sustu.
İkisi de düğün töreni istemiyorlardı, sade bir nikâh töreni yapıp düğüne harcayacakları parayı balayına ayırmayı planlamışlardı. Annesi çok kararlı bir şekilde karşı çıktı. Bir tane kızım var, onu öyle kuru bir nikâhla yollamam, dedi. Bir düğün salonuyla anlaşıldı, pasta limonata dahil tüm organizasyon için kapora verildi.
Ayşe, gelinlik için metrelerce Hint ipeği ve saten kumaş aldı. Kesti, biçti, dikmeye başladı ama içi içini yiyordu. Mustafa, artık eskisi kadar konuşmuyor, eskisi kadar gülmüyordu. Dışarı çıktıkları bir akşam elini tutmadı, yüzü kâğıt gibi bembeyazdı, önce uzun uzun sustu. Ayşe’nin kalbi yerinden oynadı. Sonra konuştu, kısa konuştu, çok üzgün olduğunu ama bu işin olamayacağını söyledi. Yıllarca kaynana dırıltısı çektiğini, aynı şeyleri tekrar yaşamak istemediğini, buna artık katlanamayacağını anlattı.
Ayşe, eve nasıl döndüğünü bilemedi. Bu sefer de o sustu, günlerce kimseyle konuşmadı. Annesi durumu öğrendiğinde, “ Hıh!”, dedi, “ Şuna bak, kaynana beğenmiyor!” . Ayşe odasına kapandı, yemek bile yemedi…
Eline makası tekrar aldı, gelinliği hırsla havaya savurdu.
Annesi odaya girdiğinde bembeyaz ipek ve tül parçaları tüm odayı kaplamıştı, açık pencereden giren rüzgârın esintisiyle hafif hafif dalgalanıyorlardı.
Annesi tiz bir sesle söylenmeye başladı, hiç susmuyordu, kim toplayacaktı şimdi bu kadar yayıntıyı.
Ayşe, makası daha sıkı kavradı, gözlerini ağır ağır kaldırıp annesine baktı.
Bir cevap yazın