Bilmediği, görmediği, dokunmadığı şeylerden en son korktuğunda çocuktu, öyle hatırlıyor. Etrafında gördüğü, duyduğu, izlediği şeylerin zihnindeki izdüşümlerinden korkmanın saçma olduğunu aklı azıcık ermeye başladığında neyse ki keşfetmişti, büyümek biraz da buydu. Bu sefer de bildiklerinden, öğrendiklerinden korkmaya başladı. Korku endişeye evrildi ki daha fenaydı, elini kolunu zihnini uykularını ele geçiriyordu. Az daha büyüdüğünde, bilgisi, öğrendikleri arttığında korkularını yönetmeyi, onlarla yaşamayı öğrendi. Hatta korkularının, endişelerinin üzerine gitti, sandı ki bu da bir baş etme yöntemi. Öyle sandı.
Şimdi görüyor ki yine başa dönmüş ya da sadece bir arpa boyu yol gitmiş. Yine bilmediği, görmediği, dokunmadığı şeylerden korkuyor. Üstelik şimdi gördüğü, duyduğu, izlediği şeyler daha da fazla, sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan, kapıdan bacadan üzerine yağıyorlar, istese de kaçamıyor. Aslında kaçmayı da kendine yakıştıramıyor. Artık çocuk değil. Bazı şeyleri bilmesi, görmesi, duyması gerekiyor. Bilgi güçtür, evet, buna yürekten inanıyor ama her bilginin doğru olmadığını, her bilenin de temiz olmadığını öğreneli çok olmuş. Doğruyu ve temizi ayıklamaya çalışıyor. Bunu yaparken zihni de, bedeni de çok yoruluyor.
Korkunun kendisini ele geçirmesine izin vermek istemiyor. Hep söylüyorlar, dışarıda ölüm var. Ölüm zaten hep yok muydu, havada suda, yediğimizde içtiğimizde, caddelerde, yollarda? Hatta belki içimizde, hücrelerimizde, harekete geçmek için sinsice zamanını beklemiyor muydu? Ama bu sefer ölüm sadece bize değil, bizden herkese. İşte bu daha korkunç. Sadece ölmüyorsun, belki başkalarını da öldürüyorsun.
Hayatı günlerdir yüz metrekarenin içinde geçiyor, bundan şikâyet etmemeye çalışıyor. Şikâyet etmenin problemleri çözmediği gibi katladığını öğreneli de çok oldu. Ölümün bedenine ve evine sızmasına izin vermek istemiyor. Ölmek de öldürmek de istemiyor. Ama ölümü ilk kez bu kadar yakınında hissediyor. Her ölüm erken ölümdür, evet. Üstelik çocukların öldüğü bir dünyada yaşadığının da canı acıyarak farkında. Yine de ölümün ona saçları beyazladığında, dizleri ağrıdığında, artık dik duramadığında ulaşabileceğine inanmış nedense. Zihninin hayatta kalmak adına yaptığı bir oyun işte, o da bu oyunu bile isteye oynuyor. Oyunun kurallarının aniden değişmesine uyum sağlayamadı henüz. Yeni kuralları öğrenmeye çalışıyor ama oyun kurucunun ölüm olması da kolay kabul edilecek bir şey değil.
Evde ve hayatta kalmaya çalışıyor, daha yapılacak çok işi var, daha oğlanı üniversiteye sokacak. Bazı işler yarım kalamaz derken ne çok insanın ne çok işini tamamlayamadan gittiğini fark ediyor. Bunu daha önce de düşünmüştü, şimdi fark ediyor.
Artık ne çok şeyi fark ediyor İşlerini bitirip gidebilmek bir şans ama öte yandan bitirmeyi arzu ettiğin işlerinin olması da bir şans. Boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm, demiş şair. Bu aralar sarılarak geçiyor ölüm ama sarılacak güllerinin olması hep şans. Sonra sarılırım, ne olacak, diyor kendi kendine. Kendiyle sesli sessiz daha çok konuşuyor. Kendinle konuşmanın delilik belirtisi sayılmadığı sayılı günlerin tadını çıkarmaya çalışıyor. Sayılı gün çabuk geçerdi, değil mi? Ölümün bedenine ve evine girmeye çalıştığı bu günlerin çabucak geçmesini istiyor ama az delilik kalabilir sanki. Buna itiraz etmiyor.
Bu aralar kendinde ne çok şeye şaşıyor. Asla onsuz olamam, dediği onlarsız pekâlâ olabiliyor. Ben asla öyle yapmam, dediği şeyleri bal gibi yapıyor. Ben evden çıkmadan duramam, derdi mesela, e işte durabiliyor. Sıkıntıdan yiyorum, diye bahanesi vardı, oysa şimdi fazla tüketmemek adına yememeyi başarıyor. Bir tek şu yeni aldığı, eteği volanlı kırmızı elbiseyi bu kış giyemediğine azıcık üzülüyor, bir de dışarı çıktıklarında bir güzel mevsimi atlamış olacaklarına. Bunca yıllık ömründe ilk defa bir mevsim hiç yaşanmadan atlanıyor.
Günlerdir beşinci kattan aşağıya inmediği için hayata, ölüme, sevdiklerine, güllerine, daha önce aldığı kararlara, bahçede birbirinin peşinden cilveyle koşan kedilere, dallarda keyifle çırpınan kumrulara, kolları penceresine değen ve bahar bahar yaprak döken jakaranda ağacına, yağmurun ıslattığı ıssız sokaklara yukarıdan bakıyor. Dışarıya çıkabiliyorken şikâyet ettiklerini susuyor, emin olmadığı kararlarını susuyor, endişelerini susuyor. Biliyor, söz niyettir. İyiliklere, güzelliklere niyetlenmek istiyor. Kedilerin cilveli koşarak, kumruların keyifli çırpınarak çoğalacaklarını, jakaranda ağacının kuru dallarında eflatun çiçeklere duracağını çok iyi biliyor. Yağmur zaten ölümü yıkıyor.
Bir tek rüyalarına söz geçiremiyor. Korku gündüzünü değil ama gecesini ele geçiriyor. Ölüleri sayıklıyor her gece, çenesi kilitleniyor. Ama sonra rüyalarının siyah torbalarına bile can geliyor, herkes ayağa ve hayata kalkıyor, çenesi gevşiyor. Hayat rüyalarda bile ölüme galip geliyor. Geriye sadece sabahın baş ağrıları kalıyor.
Bir cevap yazın