“Öfkenizi koruyun, öfkeniz tek silahınızdır.” Nietzsche
Hilda, Samir ile arasında filizlenen aşkın getirdiği yeniliğe uzanan genişlikte bir alanı son derece büyük bir ustalıkla kat ediyordu. Hakikat ve aşk düsturları olmuştu ikisinin.
Hilda ile kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı gerçi, ama sanki batan bir gemideymişçesine, bir acelecilik, bir telaş, hayatı hiçe sayan gülümseyişler vardı bu yaşayışta.
Samir sigara içerken yine uyumuş ve izmarit bu sefer telefon rehberini ucundan tutuşturmuştu. Yanan telefon rehberinin başına çöküp Hilda’nın numarasını aradı. Uzun uzun çaldırdı numarayı. Kimsenin cevap vermediğini dehşetle fark etti.
Samir’in rüyasında Hilda karanlık bir bozkırın kestirilebilir sınırları içinde şakayık yapraklarıydı. Sisifosvari çabasında kayanın dağın eteklerine yuvarlandığı anlardan birinin cisimleşmiş hâli olarak karşısında öylece mahzun duruyordu Yüzü önce çok yakınında bir yerde belirdi. Sonra o manzara zihninden giderek uzaklaşan, metruk bir nekropolun manzarasına dönüştü.
Rüyasında, Hilda’nın kendini sularına bıraktığı aynı nehirde yüzdü. Hilda’ya, «Ne zaman çıktın morgdan?’ Göğüslerin taş gibi sert.» diye seslendi.
Uyandığında oturma odasının halısına köpükler ve cam parçaları saçılmıştı. Yine akşamki esriklikten kalma küçük çaplı bir trajedi yaşanmış olmalıydı.
Yazları, Hilda’nın babaannesinden kalan eve giderlerdi. Hilda duvarın içindeki baca deliğini gösterdi. Kurumu parmaklarıyla silerek,” Büyükannemin yaktığı odunun isi hala burada” dedi. Gözleri ıslanmıştı.
Ninesi bilge bir kadındı. Efsunlu hikayeler anlatırdı. “Kalbini bir kez daha çalacak bir hikâye anlatacağım sana. Ama çöl yolculuğunda çocuklar bitkin düştüler, uyanmasınlar diye sessiz bir hikâye olacak bu” derdi. Biraz maziden anlatmasını istediğinde, “Mazi uyanmaya çalıştığım bir kâbustur” der, keser atardı.
Kısacası babaannesi Hilda’ya konuşmayı, dünya ise susmayı öğretmişti.
Samir’i en çok etkileyen, nehrin karanlığı olmuştu. Hilda’nın kendini sularına attığı nehrin karanlığı… Anne olmak üzereyken Hilda’yı intihara teşvik ederek tekâmülüne karanlığını da dâhil eden şey neydi acaba?
O lanetli günde gökyüzü bulutlarla kaplıydı ve nehrin suları, zamanla parlaklığını kaybetmiş boyalar gibi neredeyse mat bir siyaha dönüşmüştü. Haliyle, birazdan cereyan edecek olan yasa dair bir renge bürünmüştü sular.
Kendini Hilda’nın yerine koydu ve o gün sevgilisinin yaşadıklarını zihninde canlandırmaya çalıştı. O gün mat gökyüzüne, devasa sedirler gibi uzanan kasvetli ve kıpırtısız ağaçlara yalnızca soluk bir ışık değiyordu.
Hilda o gün çok erken uyanmış olmalıydı. Aslında hiç uyumamış, uyur gibi yapmıştır. Nehrin yatağına ulaştığında ayaklarının çıplak derisi dipteki kuma temas etti.
Saniyeler sonra kulaklarının ve kapalı gözlerinin üzerindeki su basıncını hissetti. Ama belki de gözleri kapalı değil, tamamen açıktı. Ve belki de önünden geçen alabalıkları ya da nehir yılanlarını, yüzen yosunları, rutubet yüzünden gövdelerinden kopan ağaç dallarını görmekteydi.
Küçük göğüslerinin ve soğuk su yüzünden sertleşen göğüs uçlarının üzerine binen ağırlığı hissetti. Su yutmaktan bıkmış derisindeki bütün gözenekleri şişip belirgin hale gelmişti. Göğsünün üzerindeki ağırlık katlandı. Sonra yanakları içeri göçüp akciğerleri havasızlıktan patladı.
Samimi olmak gerekirse hayal gücünün daha fazlasına ulaşamayacağını duyumsadı. “Çünkü boğularak ölmenin nasıl bir şey olacağını, insanın önce hangi duyularını kaybedeceğini, böyle bir ölümün acı verip vermeyeceğini ve acının nerede hissedileceğini ancak boğulmanın kalbinden geçen biri bilebilir. Bir avuç nefese feci halde ihtiyaç duyan biri bilebilir.” diye düşündü.
Sahici biriydi Hilda. Hem de kelimenin tam anlamı ve bütün kapsamıyla sahici biri. Kabaran duygu sellerini dışarı akıtmadığı için içini aşındırmışlardı.
Aile içi ruhsal kıyımlara dair anlatırdı bazen. Bir çocuk ruhunun derinliklerinde tekinsiz bir dünya imgesi düşünün. Felaketin şekillendirdiği ruhların akıp giden hayata bağlanmakta yaşadığı zorlukları, on yılda bir büyük bir siyasi sarsıntıyla kesintiyle uğrayan güvenlik duygusunun babası üzerinde yarattığı tahribatı adeta bir tragedya canlılığıyla anlatırdı.
“Babam kendi tırnaklarını bile temizlemezdi. Tırnakları yaptığı iş yüzünden kalın, pürüzlü ve kapkaraydı. Yerdi tırnaklarını, öyle kısaltırdı. Kaygı bozukluğuydu onunkisi.” diyerek lafa girdi.
Hilda’nın babası Nafia’da ömür tüketmiş bir işçiydi. Nafia hizmetinde de askere alınmıştı. Askerden döndüğünde yine Karayollarında çalışmaya başlamıştı. Çocuklarına, “Nafia’da neler çektiğimden tek kelime bile etmeyeceksiniz. Arkadaşlarınız soracak olursa babam kompresör operatörü diyeceksiniz” diye sıkı sıkıya tembih ederdi.
İşten eve giderken ana yolları değil ara sokakları tercih ederdi. Çünkü eskiyen elbiseleriyle, motor yağı ve asfalt kokusuyla işten eve geldiğinde, giderek sefilleşmenin ve acı çekmekle gelen kötülüğün bir resmine dönüşürdü.
Bütün bu sefilliğe rağmen, dayak yediği halde sahibinin ayakları dibinde yatan it gibi itaatkâr ve bağlıydı hayata.
Arapça bayındırlık işleri anlamında kullanılan Nafia, eskiden Bayındırlık Bakanlığı’nın kısaltılmış hali olarak kullanılırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise bu sözcük yeni bir anlam kazanmıştı. Gayrimüslim vatandaşların büyük bir çoğunluğu, özel kahverengi üniformalarıyla diğer askerlerden ayrılıp, yol yapımı, taş kırma gibi işlerde çalıştırılacak olan Nafia askerleri olarak askere alınırlardı.
Hilda’nın ölümünden sonra hem mekânsal hem de zamansal açıdan başka bir dünyaya ait bir mahallede küçük bir apartman dairesi kiralamıştı Samir. Ve işte her yerde mantar gibi biten, tapınak olma yolundaki AVM’ler. Bir gün bir alışveriş merkezinin ortasında, elleri poşetlerle dolu insanların arasında öylece saatlerce durdu.
Oysa sokağından denize inildiğinde gökyüzünün deniz ile birleştiği bir şehirde yaşamak istemişti hep. O yoldan inerken gökyüzüne gidildiği hissini uyandıran sokakları inişli yokuşlu bir şehirde…
“Bazı yollar insanları olmamaları gereken yerlere götürür. Ama bunun farkına çok geç varırsınız. Çok yürüyorum bu aralar, ama günün sonunda beni doğru yere götüren yollarda değil. Öylesine amaçsızca. Hilda’nın babaannesinin ıssız evinden kalabalık avlulara savrularak hüznün kalbine inen bir yolda yürüyorum. Geçmişin yitik seslerini de bugüne katarak ırayan bir yol. Bir anti-yolculuk gibi. Yolculuğun sonunda doğru yere ulaştıklarını iddia edenler, herkes için doğru olan şeyi keşfetmiş olmalılar. Üstelik her yolculuk yolun sonunda bir sağlama yapma fırsatı sunar mı?”
Yine hayatın tamamen olağan akışında ilerliyor gibi göründüğü bir gün. Bitmemiş bir geçmiş zamanın tam ortasındaydı yine. Olsun, öyle bir mazi cenneti hiçbir zaman var olmadı zaten. Sınıfsal gerçekliğin hüküm sürdüğü kiliseye gitti ve Hilda için bir mum yaktı. Sonra nehrin kıyısına doğru yürüdü.
Kıyıya seslenerek ilerleyen bir şilep sularda damar damar köpüklerin çıkmasını sağlıyordu. Köpükler sonra karanlıkta parlayan tafra öbekleri gibi derinlere batıyordu.
Şilep yükünü boşalttı. Motorları cana gelip gürültüyle çalışmaya başlayınca rıhtımdaki herkes aniden sustu. Bu susuş, yarımada için önemli işlevleri yerine getiren şilebe bir saygı duruşunu andırıyordu. Gören bütün gözler sönüp, yarımada batıyordu adeta.
Orman örtüsünde yer yer görülen açıklıklar şiddetli bir fırtınanın burada tepindiğine işaret ediyordu. Fırtınanın koparıp karanlık sularına attığı ağaç dallarını nehir, batıya doğru sürüklüyordu. Nehir Hilda’nın cesedini de batıya sürüklemişti.
Bir sınıf öğretmeni itibarı tedavülden kalkalı anlaşılan çok olmuştu. Hilda’nın intiharından sonra zaman âdeta onun özsuyunu kesti. Serbest düşüşle yitip gitmeye doğru yol aldığı arka sokaklarda bir dekadansa gömüldü Samir. Hilda daha geniş dünyalara açılabilmenin, bir küçük dereyken büyük ırmaklara, oradan da denizlere dökülebilmenin umudunu yaşadı. Kendini bir nehre bırakmasının belki de asıl sebebi buydu
Bir cevap yazın