Sylvia Plath’ın bu romanını okumadım. İntihar etmiş yazarların eserlerini okuyamıyorum.
Ölümün ayak sesleri ve ağır kokusu satır aralarına mutlaka sızıyor çünkü ya da bana öyle
geliyor. Yazacaklarıma bu başlığı seçmemin sebebi bu aralar kendimi fena halde bir fanusun
içinde hissetmem.
Tesadüf bu ya, çalışkan ve disiplinli Haruki Murakami’nin, şu aralar elimden düşmeyen
Kumandanı Öldürmek kitabında kahramanımız klostrofobiden muzdarip. Kız kardeşi on iki
yaşındayken bir kalp rahatsızlığından ölüyor. O da kardeşinin bir tabuta konulmasına, tabutun
kapağının sımsıkı çivilendikten sonra krematoryumda yakılmasına tanıklık ediyor. Bir süre
sonra da panik atak krizleri başlıyor.
Ben fobik değilim.
Asansöre mecbur kalmadıkça binmem, inerken zaten kullanmam ama onlarca katı nefes
nefese çok çıkmışlığım vardır. Spor olsun diye, derim soranlara. Gerçekten daha çok spor
olsun diyedir ama o kapalı kutudan pek hoşlanmamam da önemli bir başka sebeptir.
Kapadokya’ya gidip onlarca metre aşağıya, yeraltı şehirlerine inecek kadar cesurumdur ama
havalandırma kuyularının yanından yöresinden pek ayrılmadan yapmışımdır bunu. Bodrum
katlarına indiğimde bir gözüm hep vasistas pencerelerdedir. Uyuduğum odalarda ya kapıyı
aralık bırakırım ya pencereyi ya da perdeyi. Mutlaka dışarıyla, günle, güneşle bir ışık boyu da
olsa ilişkim olmalıdır.
Kafeste kuş, akvaryumda balık besleyemem. O ince parmaklıklar, o cam duvarlar bana hiç iyi
gelmez. Bir heves yarenlik etmeye çalışmışlığım vardır ama sonra kuşu da balığı da kafesiyle
akvaryumuyla bir sevene vermeye yetişememişimdir. Çiçek saksılarını durmadan büyütürüm.
Sanırım ki o saksı o çiçeğe hep dar geliyordur. Caddeleri süslemek için dev saksılara ekilen
ağaçlara çok üzülürüm, gidip sarılarak teselli etmek gelir içimden.
Havuzlar bana hep dardır. Engin denizler dururken, yüzmek için neden havuzların tercih
edildiğini anlamam.
Kar küresi, içine gemi inşa edilmiş cam şişe gibi bibloları eve sokmam. Hediye falan gelirse
de nazikçe teşekkür eder ama sonra çaktırmadan sağa sola dağıtırım. Zaten neden bir şişenin
içine gemi inşa edildiği de benim için muammadır.
Mutfakta yıkanmış bardakları, suları aksın diye ters kapattığımda içimi sıkıntı basar, hemen
pencereyi açarım.
Tünele girdiğimde hep sonunda ışık olduğunu düşünür ve illâ ki o ışığa koşarım.
Hırsıza uğursuza karşı demirle kapatılmış balkonlarda oturamam. Oturmak zorunda kalırsam
tez zamanda firar etmeye çalışırım.
Ama fobik değilimdir. Panik atak yaşamam, endişem nefes darlığına dönüşmeden zihnimle
dengelemeye çalışırım.
Uzun bir süredir yaşadığımız bu mecburi karantina sürecinde, ölüme bulaşmamak ve
bulaştırmamak adına dışarı çıkma konusunda herkes gibi çok dikkatliyim. Mecbur kalmadıkça
çıkmıyorum. Ama mecbur kalırsam da çıkabilme fikri beni akvaryumdan aşırıyor, kafesin
parmaklıklarını eğiyor büküyor, havuzu okyanusa değilse de bir iç denize çeviriyor, du.
Sokağa çıkma yasağını siyasi darbe ve nüfus sayımlarında yaşamış bir kuşağa erdim.
Biliyorum yani, deneyimledim de hepsi birer günlüktü, ben de çocukluğun sonsuz
özgürlüğünde koşturuyordum. Tam da bu yüzden şu aralar içine girdiğimiz bu daha uzun
süreli yasak, beni aldı sırça bir fanusun içine koydu.
Çember gittikçe daraldı. Önce ülke dışına çıkmak yasaklandı, sonra şehir dışına çıkmak. Sıra
eve geldiğinde ben yavaş yavaş ısınan suda yüzen kurbağaya dönüşmüştüm bile. Özgür
olduğuna inandığın iradeni kullanıp çıkmamakla “yasak” olduğu için çıkmamak arasında
meğer ne çok varmış. Hayat eve sığar diyorlar. Sığıyor mu sahiden?
Bodrum katta yaşamıyorum. Balkonumda, hatta şansıyım ki pencerelerimde demir parmaklık
yok. Evdeki bütün kar kürelerini yolladım, varsın kar yağmasın. Ufacık çiçeklerimi bile koca
saksılara yerleştirdim, rahat nefes alsınlar diye. Ama işte kafamızda sallanan o kılıç, o
kaynama noktasındaki su, tepemize kapatılmış o fanus…
Aslında dışarısı hiç olmadığı kadar sessiz, hiç olmadığı kadar temiz. Kuşların sadece kanat
çırpmaları değil, hiçbir şey yapmadan havada süzülürken çıkardıkları ıslığa benzer ses bile
duyuluyor. Mevsim bahara dönerken ağaçların ne ara yaprağa durduklarını kaçırırdım hep. Bu
baharda neredeyse her yaprağın büyümesini tek tek takip edebiliyorum, evimdeki çiçeklerin
boy atmalarını gözümle görebiliyorum. Güneşin her hareketini, ışığının günün hangi saatinde
nereye düştüğünü artık çok iyi biliyorum. Karşıdaki çocuk parkında çocuk cıvıltıları bir
süredir yok, kaydıraklardan köpekler kayıyor.
Murakami yazıyor kitabında; etraf çok sessiz olduğunda sessizliğin sesini duyarsınız diye.
Ben de balkona çıkıp sessizliği dinliyorum. Rüzgâr estiğinde hangi yaprağın kıpırdadığını, ne
kadar hışırdadığını, hatta asılı çamaşırların nasıl bir ivmeyle sallandıklarını biliyorum.
Zamanı sanki ağır bir kum saatinden takip ediyorum da akan her bir kum tanesini gözümle
seçebiliyor, elimle tutabiliyorum. Dışarıda ise koskoca bir mevsim hızla geçip gidiyor.
Sanki akvaryumun içinde bir balığım da solungaçlarımı şişire şişire, cam duvarlara tam
çarpacakken tatlı bir devinimle dönüyor, öte tarafa meylediyorum.
Derin nefesler alabilmek için başım hep yukarıda, gözlerim bulutlarda. Güneşli havada her
şey daha kolay görünür insana, demiş Murakami. Burnumu hep güneşe uzatıyorum.
Fanusun tepemizden çekileceği günleri özlemle bekliyorum.
Ne kadar sırçaymış hep beraber göreceğiz!
Bir cevap yazın