Mağaza vitrinlerinden yayılan ışıklar, yağmur altında kristal parçalara ayrılıp, rengarenk konfetiler gibi uçuşurken, cadde gerçek olamayacak kadar canlı, neşeli görünüyordu gözüne. Keder, öfke ve endişeyle doluydu oysa, içinde yarına dair sadece biraz umut kırıntısı kalmıştı. Kaldırımdan karınca sürüsü gibi akıp giden insanların kaçı evlerine götüreceği bir topak ekmek bulmanın huzurundaydı acaba ? Kaçı umutsuzluğunu akıp giden zamanın sonsuzluğunda boş tesellilerde arıyordu? Ya da kaçı birilerine kazık atmanın sarhoşluğundaydı? İnsanlar artık iyiden güzelden eşitlikten vaz mı geçmişlerdi hepten? Yoksa iyi de kötü de aynı bedende miydi?.
Tiz fren sesi, ardından yolcuların bağrışmaları… İrkildi, burnuna ekşimiş ter kokusu geldi. Yükünü iyice almış otobüste, yolcuların sesini şoförün, “Geberemediniz gitti bıktım sizden her gün biriniz çarpıyor arabama“ sözleri bastırdı. Yanında oturan ağzı ve burnu maskeyle kapalı kadın,
“Bu ne kalabalık! Bindiğime bineceğime pişman oldum, bir de kaza çıktı başımıza”
diye sinirli sinirli söylendi. Kafasını çevirince ister istemez göz göze geldiler. Rimel sürmesine, kalem çekmesine karşın oldukça küçük merakla bakan gözleri vardı kadının. Zeliha yorgundu, bezgindi, kimseye meram anlatmak istemiyordu, başka zaman olsa konuşurdu belki ama bugün değil. Yine de canı sıkkın olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi siyah uzun kirpiklerini kırpıştırarak;
“ Dalmışım, araba fren yapınca birden afalladım ne demiştiniz” dedi yüzü hafifçe kızararak.
“Çöp toplayanlardan birine çarpmış şoför galiba”
Neler olduğunu anlamak için ayağa kalkıp bakınsa da bir şey göremedi. Otobüs ne ara bu kadar kalabalıklaşmış, kadın ne zaman oturmuştu yanına çözemedi.
“ Umarım bir şeyi yoktur “ diye mırıldanıp camdan dışarıya bakınmaya başladı.
Yolcuların hep bir ağızdan konuşmaları uğultuya dönüşünce başı zonklamaya, midesi bulanmaya başladı, çantasından minik kolonya şişesini çıkarıp avuçlarına döktü.
“Ben de alabilir miyim? Sağ avucuna kolonyanın dolmasını bekledikten sonra diğer eliyle burnundaki maskeyi aşağıya indirip, derin derin burnuna çekti sonra, bir derdi var da anlatmak istermiş gibi Zeliha ‘dan taraf bakındı. Tek düşüncesi bir an evvel evine kavuşmak olan Zeliha, kadının konuşmak isteğini bilmezden geldi. Nerede olduklarını anlamak için tekrar ışıklı caddeye doğru çevirdi yüzünü. Ortaköy’de olduklarını görünce canı sıkıldı, trafik yoğundu, eve gecikecekti. Nevres hanım’ın dediklerini anımsayınca canı daha da çok sıkıldı, yol üzerinde gördüğü kafelerde neredeyse kucak kucağa oturan insanlar geldi gözünün önüne, uygulanacak kısıtlamalardan haberi yoktu sanki kimsenin. Nevres Hanım mavi gözlerini kaydıra kaydıra“ Yarından itibaren bütün eğlence yerleri, kafeler kapanıyormuş, Raif de mecburen bizim Blue Eyes’imizi kapatıp evde kalacakmış, oğlan okullar kapandığı için cumadan beri zaten evde, bir müddet sen gelme, beni ararım sonra” deyince haberi duyan insanların telaşla evlerine koşup, sokakların boşalıvereceğini sanmıştı.
Bu korona işinin sonu nereye varacaktı düşünmek bile istemiyordu. Kafasına üşüsen soruları kovmak istercesine başını ileri geri salladı birkaç kez, otobüsün arka taraflarından gelen “ Yeter be hepimiz insanınız kimse nerede doğacağına karar vermiyor o çöp toplatıcısının yerinde siz de olabilirdiniz, bu dünya hepimize yetecek kadar büyük !” diye bağıran sese doğru çevirdi başını. Biri zayıf uzun boylu diğeri kısa boylu biraz toplu iki adamın arkasında kalmış ufak tefek genç kızdan o gür sesin çıkmasına şaşırdı. “Yanılıyorsun kardeşim demek istedi. Dünya yeteri kadar büyük değil, işsiz kalınca, aç olunca dört duvar arası dünya, hatta bazen dört duvar arası bile değil bir alt geçit altı, bir cami avlusu,sadece kuru bir bank…Yine de genç kadının söyledikleri hoşuna gitti vicdanı körelmemiş, haksızlıklara dayanamayan birilerinin olması bir an içinin sıkıntısını dağıtır gibi oldu. Çöp toplayıcısına söylenenler olmuştu demek ki, kız da dayanamayıp bağırmıştı. Yan koltuklarında oturan beyaz saçlı, sarkık dudaklı elli elli beş yaşlarında gösteren adam “Akşama kadar ayakta, tabak çanak sesleri arasında başım beynim durdu zaten bir susun artık” dedi yorgun ve öfkeli sesiyle. Ön taraflardan gelen“Hadi kardeşim acelemiz var!” diyen buyurgan bir erkek sesi duyuldu. Şöföre söylüyor olmalıydı. Ağrıyan belinin acısını hafifletmek istercesine oturduğu yerden kımıldandı. Nevres Hanım, seni bir daha ne zaman alacağım belli olmaz diyerek ekstra bir sürü iş yaptırmıştı alelacele. Evin neredeyse bütün perdelerini yıkamış, mutfak dolaplarını silmiş, bütün camları daha geçen hafta sildiği halde yine temizlemiş, yola çıkması da iş saatine kalmıştı. Ödemeyi yaparken “Yirmi lira fazladan koydum” demişti kasılarak, bir de kafeden bir gün önce arta kalan kuru pastalardan doldurduğu poşeti tanınmış bir giyim markasının kağıt torbasına koyup eline tutuşturmuştu. Kağıt torbanın içine ev temizliğinde giydiği giysileri, kadının babası için verdiği kocasına dar gelen pijamaları koyunca iyice ağırlaşmıştı poşet yere koymak istemediğinden arada bir poşet tutan eli değiştiriyordu. Yine poşeti sol eline geçirirken, yanındaki kadın göz göze gelmelerini fırsat bilip;
“Allah vere de fazla oyalanmasak burada, otobüs kalabalıklaştı, malum salgın var, sen de hiç değilse atkınla kapasan ağzını.”Dedi.
İstemsizce atkının ucunu ağzına götürürken; kadının kendini mi yoksa onu mu düşündüğünü anlamaya çalıştı, sonra atkıyı çekti. Koskoca profesörler, televizyonlarda maske takmanıza gerek yok diye bas bas bağırıp duruyorlardı o zaman ağzını kapatmasına gerek yoktu. Ama meselenin bir de başka yönü vardı, durum o kadar ciddi değilse niye okulları kapatmışlardı, şimdi de restoran ve kafeleri… Kafasından ardı ardına yığınla soru geçerken, oturdukları sıranın hemen önünde dikilen saçı sakalı birbirine karışmış genç adamdan geldiğini anladı az önce burnuna gelen ter kokusunun. Adamın yüzüne tuhaf tuhaf baktığından mı yoksa adamı afakanlar bastığı için midir? Bir anda açık kapıdan inip kayboluverdi. Kadınla birbirlerine baktılar, kadının yaşını kestirmek güçtü yine de gözlerinin yanındaki kırışıklıklar ve göz altı torbaları elli yaş civarında olduğunu düşündürdü. Boynundaki koyu yeşil üzerinde mor kelebeklerin uçuştuğu ipek fularını düzelterek;
“Bilseydim trafiğin bu kadar yoğun olacağını daha erken kalkardım.”
Sözcükler ağzında büyümüş de çıkamıyormuş gibi yayarak konuşuyordu. Bir süre sustu, sonra küçük, yeşil gözlerini iyice kısıp; Zeliha’ nın hüzünle iyice parlamış siyah iri gözlerine merakla dikti.
“ Sen de gezmeden dönüyorsun galiba.”
Ses tonundan sen de bana benziyorsun otobüsün içindeki kenar mahallelere dağılacak diğer insanlara benzemiyoruz biz anlamını çıkardı Zeliha. Ah! Keşke gezmeden dönüyor olsaydım diye geçirdi içinden. En son ne zaman bir arkadaşıyla buluştuğunu bile anımsamıyordu artık. Arkadaşları kalmış mıydı, hatta olmuş muydu? Onu da bilmiyordu. Şimdi en son istediği şey bu tanımadığı kadınla sohbet etmekti. Üstelik de senli benli konuşanlardan hiç hoşlanmazken.
“ Yok, ben işten geliyorum.” Dedi bıkkın.
“Memur musun? Ben de maliyeden emekli oldum, çok oldu ama tam on dokuz yıl. Rahmetli babam pek akıllıydı,Ticaret Lisesine yazdırdı beni, okul biter bitmez iş buldum. O zamanlar daktilo bilenleri havada kapıyorlardı, ah! Canım babacığım, ne ileri görüşlüydü. Rahmetli babacığım nurlar içinde yatsın” deyip iç geçirdi. Nemlenen gözlerini çantasından çıkardığı mendile silerken Zeliha’nın da bir şeyler söylemesini ister gibi uzun uzun baktı yüzüne.
Zeliha, ayıp olmasın diye gözlerini başka yere çevirememiş, çaresiz dinlemek zorunda kalmıştı bu her şeyi bildiğini sanan yol arkadaşını. Kadın Zeliha’yı baştan ayağa süzüp
“Sorması ayıp olmazsa ne iş yapıyorsun ?”
Diye sorguya başladığında, ayıp olur hem de çok ayıp olur diyemeyeceği için;
Cevap verdi isteksizce.
“Evlere temizliğe gidiyorum.”
Kadının o küçük gözleri büyüyüverdi, önce genç kadının elindeki poşete baktı, sonra pürüzsüz beyaz tenine, kabanına, kot pantolonuna, marka botlarına…
“Hadi canım senin gibi birinin gündelikçi olduğuna inanmamı bekleme benden.”
Zeliha, bir an düşündü derdini anlatıp içini dökmeyi, çok ihtiyacı vardı aslında buna, ama kadının onu anlayacağını sanmıyordu. Haklısınız emeğe saygım var, kimseyi de küçümsemiyorum ama ben de inanmıyorum gündelikçi olduğuma, Edebiyat Fakültesini bitirdim, yüksek lisansı da yarım bırakmak zorunda kaldım üstelik, onca sene Güneydoğu’da çalıştıktan sonra tam da babam kanser oldu diye İstanbul’a tayinimiz çıkmışken; komik bir bahaneyle görevden aldılar bizi, kimse iş vermedi, manikürcülük bile yaptım en sonunda temizlik yapıyorum işte; diyemeyeceği için sadece kızarmış, pütürleşmiş ellerini gösterdi. Ardından ekledi;
“Kot dışındakileri temizliğe gittiğim evlerden verdiler, o evlerdeki giysilerinin eskiyecek zamanı olmuyor”
Dedi sitemkâr. Kadın bir an irkildi, sonra kendini daha iyi ve güçlü pozisyonda görmenin verdiği üstünlükle;
“Niye okumadın? Okutmadılar mı seni? Okusaydın şimdi iyi bir işin olurdu!” dedi kibirle.
Zeliha o anda bir oyun oynamak istedi.
“Ortaokuldan sonra okutmadılar beni” dedi üzgün.
“Nasıl bir annen baban varmış sen de hiç ses etmemişsin” diye çıkıştı kadın yaşına göre ince kalan sesiyle.
Zeliha’nın gözlerinin önüne Zeyrek’ teki dededen kalma girişte teneke kutularda renk renk sardunyaların sıralandığı evlerinin avlusu geldi. Babası bembeyaz önlüğüyle annesinin yaptığı poğaçaları sepete özenle yerleştirirken sıcacık poğaçalardan birini, kızına göz kırpıp karısına göstermeden, kağıda sarıp eline tutuşturur, -güzelce derslerini dinle kızım- diye tembihlerdi sevecen sesiyle. Anne bir tane daha poğaça satılsın eve daha fazla para geçsin kızına her gün harçlık verebilsin derdindeydi , o üstü patlak çıkmışları ayırıyordu kızı için ama baba ille de en güzelini kızına yedirsin isterdi.Burnunda o güzel poğaçaların kokusu gözleri doldu, ağladı ağlayacak. Zeliha’nın göz pınarlarına doluşan yaşlar kadını daha da cesaretlendirmiş olmalı ki söylenmeye devam etti.
“Biz bunun için adam olamıyoruz işte, kız çocuklarının ev işlerine yardım etmesi, sonra da iyi kötü bir kısmet bulup evlenmesi işlerine geliyor, oysa anne ne kadar iyi eğitim almışsa yetiştireceği çocuk da o kadar iyi olur. Benim Sarp’çığım küçükken pek terbiyeliydi, insanın yüzüne bakarken bile kızarırdı. Şimdi de terbiyelidir ya…” Bir an susup;
“ Ah! Babacığım nasıl değer verirdi kız çocuklarına, ablamı da beni de okuttu en güzel okullarda abimlerden hiç ayırmadı.”
Zeliha, hiç sesini çıkarmadı, zoruna gitse de, anam da babam da benim için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar diyemedi. Göz pınarlarını sildi çantasından çıkarttığı mendile, sırtını dikleştirip camdan tarafa döndü.
Kadın yan gözle bir müddet sessizce izledi Zeliha’yı sonra daha sevecen bir ses tonuyla
“Ben senin iyiliğin için konuştum kızım akıllı bir kıza benziyorsun yazık olmuş sana” dedi.
Zeliha, suskun önüne baktı annesinin hastalığı, masrafları karşılasın diye üç kuruşa alelacele satılan arap sabunu kokan o sıcacık ev, annesinin ölümü sonrası üzerlerine çöken kara bulutlar, zorluklarla okulu bitirip o hiç bilmediği Güneydoğu ilinde göreve başlaması film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.
“Benim kızım olacak yaştasın, üzdüm galiba seni.”
Duyduğu sözlere ne karşılık vereceğini düşünmeye çalışırken; kadın arkasına yaslanıp konuşmaya devam etti. O sırada otobüs aniden hareket edince öne doğru savruldular, şoförün siniri geçmemişti anlaşılan. Kadın oturması düzeltip, kendini toparladıktan sonra konuşmaya devam etti.
“Bu gün canım çok sıkkın. Yıllardır, on beş yıl olmuştur neredeyse belki de geçmiştir bile; yedi eski iş arkadaşı altın günü yaparız. Ekim ortası başlar nisan sonu bitiririz. Neden mi nisan dersen ; yirmi üç nisandan itibaren yazlığı olanlar yazlıklarına çekilir de ondan. Daha başlamadan önce de ekim başı dışarıda buluşup kura çekeriz. Bu sene nisan ayı bana denk geldi, bu ay korona belası çıkınca anladım başıma gelecekleri tek tek herkesi aradım üç gün önce, benim altınımı da bu ay verseniz dedim.” Kadın Zeliha’nın yüzüne onay almak istercesine bakıp devam etti.
“Herkesin bütçesi ona göreymiş de, bir şey olmazmış, şimdiye kadar kimsenin altını kalmamış benimki de kalmazmış diye söylendiler. Bak işte bugün bir sürü yerin kapanacağı haberi geldi, yarın evlerde toplanmayı da yasaklar bunlar ben o altını Sarp’ıma verecektim bilgisayar alsınlar diye, söz vermiştim Doruk’a ne olacak şimdi. Sinir oldum, sinir olunca da masa da ne varsa hepsinden fazla fazla yedim. Sinirim geçmedi yine de. Şimdi düşündükçe içim daralıyor, kafam karıncalanıyor, tansiyonum fırlayacak diye korkuyorum.”
Zeliha kendi derdinde, kadının sözlerini bir türlü anlamlandıramayıp boş boş baktı.
Onun manasız gözlerle bakındığını gören kadın içinden işte tahsil farkı, güzel kız ama şuncacık anlattıklarımı bile anlamaktan aciz diye düşündü.
“Altın günü diyorum, önümüzdeki ay bendeydi ama bu durumda ne olacak sonumuz belli değil. Kaldı altınım. Bir de fiyatlandı ki sorma gitsin”.Dedi sesini biraz daha yükselterek.
Altın, altın altın. Kadın birkaç kez daha söylediklerini tekrar ederken; Zeliha’nın eli Hasan’ın ilk evlilik yıldönümlerinde aldığı, yuvarlak, arkasında italik harflerle –hayat kadar sevdiğime -yazan altın kolyeye gitti, avucunun içine aldı durdu bir süre. Onu ne kadar zorda kalırsa kalsın satmayacaktı, çok para etmezdi zaten, incecik bir şeydi. Bir yol bulacaktı, olmalıydı bir çıkış yolu. O bunları düşünürken kadın “ bu gidişle altın üç bin lirayı bulur “ der demez tepesi atan Zeliha kendinin de şaşırdığı bir hışımla;
“Bakın zor günler geliyor, bir çok insan işsiz kalacak, bir çok çocuk aç yatacak, anladığım kadarıyla eviniz barkınız belki yazlığınız bile var, hâlâ altınım da altınım diye tutturuyorsunuz, şimdi şu kalabalıkta korona kapsanız üç güne ölüp gideceksiniz” diyerek çıkıştı .
Kadın, hiç beklemediği bu sözler karşısında şaşkın, neredeyse kekeleyerek;
“Haksız mıyım? Haksız mıyım ama . Altı üstü üç yüz küsür lira daha vereceklerdi. Kıyamadılar paracıklarına kaldı altınım”diye inledi yeniden.
Kadının yüzü giderek kırmızı bir hâl alırken önce maskesini çekip çıkarttı sonra fularını boynundan çıkartıp dizlerinin üstüne bıraktı, can çekişir gibi hızlı hızlı soludu. Zeliha bir an ne yapacağını şaşırıp kaldı sonra kadının boğazını saran kazağının yakasını açmak istedi , o arada gördü minik elmaslarla işlenmiş zümrüd-ü ankayı. Elini aceleyle boynundan çekip bileklerini sıvamaya girişti sağ kolundaki kalın burma bileziği yukarıya sıvadı, kadın kesik kesik inilderken cebinden çıkarttığı kolonyayla bileklerini ovalamaya başladı. Kadının rengi beyazdan sarıya dönerken, etraflarındaki meraklı bakışlar arasında çantasından, Nevres Hanımın ısrarla yolda içersin diye verdiği hiç açılmamış su şişesini buldu, kapağını açıp yudum yudum içirdi. Kadın biraz kendine gelmiş olmalı ki boynuna astığı siyah çantadan bir ilaç çıkarıp ağzına attı.
“Sağol kızım olur olmaz hırslanmasam iyi ama mal canın yongası ne yaparsın. Ben bir başıma emekli bir insanım, amcan sağken daha iyiydik o ölünce maaş azaldı bir de ilk karısından olan üvey kızım kocasından boşanıp kalan maaşa ortak oldu. Gelin de torunum olunca ben çalışmam diye tutturdu,onlara da destek oluyorum” çocuklar gibi içini çekip,“Ne yapalım sağlık” olsun dedi ağlayıverecekmiş gibi cılız bir sesle.Ardından mahcup bir yüzle, defalarca teşekkür etti.
Zeliha, şimdi daha mütevazileşen, daha bir şefkatle bakan bu, ilginç yol arkadaşını yalnız başına bırakmak istemese de, yağan yağmura aldırış etmeden ilk durakta kendini aşağıya attı. Bir altın sözcüğü daha işitse kadını yaka paça otobüsten aşağıya indireceğinden korktu. Şiddet hiç başvurduğu bir yol değildi ama bu gün her şeyi yapabilirdi. Hasan gittiğinden beri kendini ilk kez bu kadar sahipsiz, çaresiz ,yorgun hissediyordu. Beşiktaş’a giden iki tarafı ağaçlıklı yolda elele yürüyen gençleri görünce, Hasan ‘la çok istedikleri halde bu yolda yürüyemediklerine içlendi. Kaç kez niyetlendilerse hep bir engel çıkmış, olmamıştı nedense. Kolyenin ucunu sol eliyle okşadı, okşadı, okşadı sonra birden ateşe değmiş gibi çekti elini. Kızgındı ona, şimdi şu an hiç olmadığı kadar kızgındı. Onu hasta bir baba, yedi yaşında bir çocukla merdivenleri silme, çöpleri toplama karşılığı sığındıkları, izbe kapıcı dairesinde, parasız pulsuz, kimsesiz bırakıp gitmeye hakkı yoktu. O dünya dertlerinden azat olurken iki kat yük binmişti kendi sırtına. Ölüm haberini ilk duyduğundan beri inanmamıştı yavru dağ keçisini kurtarmak isterken yardan aşağıya düştüğüne. Evlendikleri senenin yazında, kocasının doğup büyüdüğü topraklara gittiklerinde Bulut’a yeni hamileydi. Çocukluğunun geçtiği kekik kokulu dağlara götürmüştü onu o zaman anlamıştı o dağların tepelerin her bir taşını, her bir kovuğunu gözü kapalı bildiğini. Geçecekti bu günler ama o dayanamamıştı, pes etmişti onları hiç düşünmeden, pazarda limon satmaya dayanamamıştı, çok sevdiği öğrencilerinden ayrı kalmaya dayanamamıştı oysa Zeliha…
Göz yaşları yağmura karışırken kendimi atsam şu arabalardan birinin önüne de bitse artık benim çilem de diye geçirdi aklından. Kaldırımdan aşağıya indi bir adım attı bir adım daha atacaktı ki ortalık birden gündüz gibi oldu, sonra kulakları sağır eden korkunç bir çatırtı ve gök gürültüsü duyuldu. O kısacık, ürpertici, mavi ışıklı anda, Bulut’un yüzünü görür gibi oldu. Savunmasız, masum…Elindeki poşeti duvar dibine fırlatıp, çantasından telefonunu çıkarttı, gecikeceğini, merak etmemesini bildiren bir mesaj attı, adımlarını önce hızlandırıp ardından koşmaya başladı.
Koşarken de sorular kafasından gitmiyordu. Babasının yaşlılık maaşı kendi ilaçlarına zor yetiyordu, kenardaki köşedekileri işe geri dönmek için açtıkları davalara vermişlerdi. Ne yiyip ne içeceklerdi bugün sözleşmiş gibi işe gittiği üç kadın da arayıp bir süre gelmemesini bildirmişlerdi. Bir daha ne zaman alırlardı kim bilir? Çok insan zorda kalacak diye mırıldandı. Karşı komşusu, Karaköy’deki balık restoranlarından birinde, komilik yapan, her şeye karşın güleç yüzlü Suriyeli kimyager Hüseyin geldi gözlerinin önüne, dört yaşındaki oğulları Samet ‘in meraklı bakışları, karısı Meryem’in utangaç, çekingen halleri… Ya onlar, onlar ne yapacaklardı bu süreçte?. Hadi o iyi kötü kendi ülkesindeydi, bu günler geçecekti, inanmalıydı geçecekti. Samet’i nasıl bir gelecek bekliyordu. Gerisin geri hızlı adımlarla torbayı fırlattığı yere doğru yürüdü. İçindeki naylon poşetleri alıp torbayı da ilk gördüğü çöpe atmak üzere diğer eline aldı. Durağa doğru yürürken, kuru pastaların yarısını Suriyeli komşularına vermeyi düşündü. Bu günlerin ağırlığı ancak sevgiyle, dayanışmayla geçerdi bir yolu olmalıydı mutlaka. Umut etmeden, insana, sevgiye inanmadan yaşamak ona göre değildi. Durakta yolcularını indiren otobüsü görünce, kaçırmamak için koşmaya koşmaya başladı, koştukça Hasan ‘a kızgınlığı azaldı, koştukça ona hak vermese de, bu dünyada çıkarsız sevgiyi ona yaşattığı için, geçirdikleri güzel anlar için, ona kendinden izler taşıyan bir oğul bıraktığı için, onu yeniden eskisinden daha çok, hayat kadar sevdiğini anladı. Saçlarından, paçalarından akan suları etrafa sıçrata sıçrata koştu. Koştu .Koştu…
5 Mayıs 2020
Bir cevap yazın