Aslında bu hikâye, bir ülke veya zamanla sınırlı olmayan dünyanın kendisi kadar eski bir sürgün hikayesidir, ama isterseniz siz bunu bir aşk hikayesi olarak okuyabilirsiniz.
Bir şey oldu. Belirli bir yerde değil, gezegenin neredeyse her yerinde, nedenleri iyi anlaşılmayan ancak eylem biçimleri ve sonuçları bakımından her yerde aynı şekilde hissedilen bir olay. Bir ıslahevinde bir şey oldu. Bu olay dünyayı utanç ve hüzün arasında garip bir duruma soktu.
Bu bir cinayet ve cinnet zamanıydı. İç savaş, sonsuz bir tufan gibi, insan duygularının kıvrımlarını, vücudun en küçük gözeneklerini, ormanları, sokakları, gökyüzünü kolektif çılgınlıkla sular altında bırakmıştı.
Herhangi bir kaçışın imkânsız olduğu kapalı bir odada bir cinayet işlenmiş ancak ne hikmetse suikastçı ortadan kaybolmuştu. Mahallede işlenen bu cinayet nedeniyle bir ıslahevine kapatılmıştı Mahir. Polis sabaha karşı eve baskın düzenlemiş evde kim varsa derdest etmişti. Babasının siyasi biri olması yüzünden ailecek mimlenmişlerdi zaten.
İçinde üniformalı çocuk suçluların olduğu bu ıslahevi ülkedeki en karanlık ıslahevlerinden biri olarak gösteriliyordu.
Orada yaklaşık iki sene kadar kaldı. Babasının kurduğu ilişkiler yardımıyla oradan kaçmayı başardı.
Islahevinden kurtulur kurtulmaz bir okyanus gibi hareket eden devasa ve dilsiz bir ormanın kalbine gelene kadar köyden köye sürüklendi.
Geçtiği yollarda sanki bir salgından ölmüş hayvanların sayısız karkaslarına rastlamıştı. İçlerinde şişman, yağlı, sinsi ve yumuşak sineklerin tepindiği çürümeye yüz tutmuş kadavraların etrafa yaydığı koku dayanılır gibi değildi.
Nerede bir hayvan leşine rastlasa bu sineklere görünmemek için koşar adımlarla oradan uzaklaşırdı. Ya da kaçacak bir ara sokak yoksa gözlerini kapatıp babasının sıcak gülümsemesini hatırlamaya çalışırdı. İşte o an bir güneş alevlenirdi içinde. Babasının ışıklı bakışları, mavi gözleri içindeki kızgın demire dokunan su damlacıkları serinliğindeydiler. Suda bir damla mürekkep gibi dağılıp giden mutluluğun kısa anlarıydı yaşanan.
Baba sihirli bir kelimeydi Mahir’in hayatında. Küllenmiş duyguları ateşlediği için o kelimeyi ne zaman mırıldansa çok eski bir büyüye bağlanmış olan ömrünün sürgülü tüm kapıları açılırdı. Her şeyin birden canlanışı gibi her taraf bahar olur hayat da bu kelimeyi sanki kulağı kirişte beklerdi.
Firariydi Mahir. Jandarma firariyi her yerde arıyordu. En son vardığı yer, evlerin neredeyse üst üste yığılı olduğu dar ve dolambaçlı vadide bir köydü. Her biri kendi içine kapalı, ormandaki ağaçlar gibi siyah evlerdi bunlar. Bu evlerde gece canavarları gibi sessizce iz süren bir zamanın saltanatı hüküm sürmekteydi.
Burası ile orası arasında bir sınır hattındaydı köy. Etrafta rençperin sessiz bilgisiyle katledilmiş çokça at, yakılmış çok ahır ve saman balyaları vardı. Moğol atlılarının istilasına uğramış gibiydi.
Sınırın öte yakasında babasının kavminden Pomaklar yaşıyordu. Sınırı geçmeyi başarırsa ona her türlü yardımı yapacaklardı. Casusça gözlerle etrafı kolaçan etti. Köyün sokaklarına dağılan başıboş köpekler havlamaya başladılar.
İçinde debelenip durdukları, akıntısı yüksek bir nehir aileyi farklı kıyılara savurmuştu. Bu nehrin adı siyasi şiddetti. Mahir’in babası siyasi bir cinayete kurban gitmişti.
Ölürdü, ağlardı, çıldırır delirirdi, patlardı için için babasının vurulduğu günü düşündüğünde. Tuzlu bir denizin yavaş yavaş sızarak tatlı sularını içilmeyecek hale getirmesi gibi bir şeydi yaşanan. Başkaca bir güzdü mesela. Sazlarla kaplı durgun suyun kıyısında ölü bir ağacı, uzakta bir demiryolunun barakasını ve birbirine geçen rayları kadrajına alan kasvetli bir peyzaj çizmekteydi zaman. O kasımda erimek bilmeyen karlar yağmıştı kasabaya. Bir Yesenin hüznünde yaşanıyordu her şey, gitmeğe ve hiçliğe matuf.
Babasının gitmesinin hayatında bıraktığı derin izleri çok sonradan fark etmişti Mahir. Bir ayrılık ancak ertesi gün, belki ertesi yıl ve hatta belki onun da ertesi bir vakitte anlaşılırdı çünkü.
Önce Bulgaristan sonra Yunanistan, Fransa derken uzun sürgün yıllarının ardından gerçek katil bulunmuş dosyalar da zaman aşımına uğramıştı.
Güzelim memlekete geri dönmüştü Mahir. Hayatı anlamsız bulduğu halde, bazen sırf yaşıyormuş gibi yapma zorunluluğundan mahallenin tüm esnafına hatta iti kopuğuna bile selam verir, bazen ciddi bir edayla bazı mevzular üzerine uzun söylevler çektiği de olurdu.
Komşuları onu, işi gücünde, okumuş saygın biri olarak biliyorlardı. Bir yanıyla öyleydi zaten. Hayata peşinen atfedilen yüceliğin, onun basit bir misafirlik olduğu gerçeğini gizlemeye yönelik olduğunu idrak etmiş bir adamın bilge duruşuydu Mahir’inkisi.
Diğer yanıyla, büyük dertlerin terbiyesinden geçmiş, defalarca intihara kalkışmış biriyle muhatap olduklarını komşuları bilemezdi.
Mahalleli severdi Mahir’i. Biri hariç. Emekli albay. İnsan boyundaki dört koca köpeğiyle beraber yaşadığı evinin önünden geçerken köpekleri üzerine salacak diye çekinirdi Mahir.
Yine albayın evinin arkasından dolanmak için başka bir sokağa sapmışken, evinin önüne katlanır tahta sandalyesi üstünde oturmuş boynunda altından kalın zincir kolyesi olan çocukların “patates” dedikleri ıslahevinin kalın enseli gardiyanına rastlamıştı.
Bir irkilme yaşadı ve ardından irkilmesinden utanıp gerçekle yüzleşmesi gerektiğini düşündü. “Gerçeği Patates’in yüzüne söylemek belki beni iyileştirir” diye geçirdi içinden.
Patates balkonunda oturmuş ona tanımaz gözlerle bakıyordu.
“Yanına yaklaştım. Öyle tanımamış baktı ki. Beni tanımadın mı Patates? Ben Mahir. Gözlerini fal taşı gibi açtı. Sonrasını anlatmak aile terbiyeme sığmaz. Ancak şu kadarını söyleyeyim, o kavgalı, gürültülü tartışmadan sonra, bize reva gördüğü zulmün ruhumuzda ve bedenimizde bıraktığı izler dışında yaşadığına, var olduğuna dair elinde tek bir belgesi olmayan, kendini aklayamayan, yüceltemeyen adsız ve şerefsizin biri daha sessizce çıkmıştı hayatımdan.”
Mahir’in yaşadıkları onun hayata olan militan bağlılığını perçinlemişti.
Okuldan önce sevgilisi sonra kısa bir süreliğine hayat arkadaşı olan Semra ile birlikteyken hayat müthiş bir enerjiyi açığa çıkarmıştı. O zamanlar heyecanını ülküsünün emrine vererek kitaplar yazmıştı.
“Büyük boşluğunu neyle dolduracağımı bilmediğim canım babama” diye başlamıştı kitabının önsözüne. Ardından, “Hayatın ve anlamın yıkımından kim sorumluysa onları hesaba çekelim. Ve dünyayı ve hayatı birlikte onaralım.” diye sürdürmüştü söylevini. “Size dört başı mamur, politik, ekolojik bir kurtuluş projesi sunamam, ama en azından onarılmış bir dünya olasılığının varlığından söz edebilirim.” diye bitirmişti sonsözünü.
Semra ile birliktelikleri kısa süreliydi, çünkü genç kadın iki yıl sonra saldırgan bir göğüs kanserine yakalanmış ve üç ay gibi kısa bir süre içinde vefat etmişti.
Fakülte yıllarıydı. Semra aniden tepesine dikilmiş, oturabilir miyim gibilerden yanını işaret etmişti. Eliyle buyur etti. “Merhaba” demişti Semra. Gözünü kitaptan ayırmadan yanıtlamıştı onu. Gevezelik edip engel olacak diye tedirgin bekledi bir süre. Ses seda yoktu. Göz ucuyla genç kadına bir bakış attı. Aptal kitapların ve aptal dünya görüşleriyle, aptal insanların, kibir ya da çokbilmiş yobaz cehaletinin kirletemediği bir ses tonu ve mimikleri vardı yüzünde.
Konuşmayı pek seven biri değil diye düşündü ama yanıldığını epey sonra anlayacaktı. “T.S. Eliot’tan okudun mu hiç?” diye sordu, yanıt beklemeden sürdürdü konuşmasını: “‘Prelüdler’i salık veririm.”
Derin düşüncelere dalmış gibi sustu bir süre. Sonra, Mahir’in elindeki kitabı imleyerek “felsefe mi” diye sordu. Evet der gibi başını salladı. Ne kadar sıkıcı derken dudaklarında eğreti bir gülüş var gibiydi. Ardından bakakaldı söylediklerini düşünerek.
Her gün yeni bir çağırısı vardı hayatın. Bir günü diğerine benzemiyordu. Hayat
dediğin dilek ağacıydı. Bir şey istiyorsun, eğer gerçekle bağı varsa hemen
gerçekleşiyor.
İşte yine temmuz. Uyuyan geceye perdelerini indirmiş bir sinemanın ışıkları yandı aniden. Açık hava sinemasına gitmeyi severdi Mahir. Film birbirinden uzaklaşıp kendi yollarına giden iki insanın hayatını anlatıyordu.
Bugün başka yaralıydı hayat. Her zamankinden daha çok yaralı. Neden mi? Kendisini hastalıklara, ölüme maruz bırakıp ufak ufak kemirerek azaltan bu doğal kırılganlığı yüzünden.
O gün Mahir, ıslahevinde birlikte kaldığı ve çok sevdiği arkadaşı Sait’in vefat haberini almıştı. Hayatı boyunca sattığı gevrekleri o gün satamadığı için akşam yemeğinde yemek zorunda kalan, hayatı biraz düzene girince bir daha hayatı boyunca gevrek yiyemeyen bir yoldaşı daha göçmüştü bu hayattan.
Bu kötü haberin ardından koşar adım iskeleye indi. İlk vapura attı kendini. Üstünde dolanan martılar onlarca yıl önceye, ıslahevi günlerine uçurup bir koğuşa kondurdu.
Gördüğü son kuşlar onlardı. Çocukluğunu, ilk gençliğini kanatlarına takıp, dönmemek üzere çekip gitmişlerdi.
Mahkûmun etine ruhuna kanlı harflerle soyut yargılarını yazmayı sürdürüyordu zaman. Bir yandan da “Bekle ve umut et” diyordu.
Bir cevap yazın