Merhaba değerli okuyucularım! Bugün sıla üzerine, sılaya özlem üzerine bir şeyler yazmak, duygularımı sizinle paylaşmak istiyorum. Umarım gönüllerinize hitap edebilirim.
İnsanoğlu olur da yolu gurbete düşmez mi? Yolu gurbete düşer de sıla özlemiyle yanıp kavrulmaz mı? Ne demiş büyüklerimiz: “İnsan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde…” Doğduğumuz yerler zamanla doyamadığımız yerler olmuş. Okul hayatı, iş hayatı… Derken gönüllü ya da gönülsüz savurmuş kader rüzgârları, düşmüşüz yollara ve ver elini gurbet. Ta ki doyduğumuz(!) yeri bulana kadar. Bulmasına bulmuşuzdur, gönlümüze göre veya zorunlu olarak yerleşeceğimiz bir yeri. Üstelik karnımız da doyuyordur. Fakat ters giden bir şeyler vardır. Bazı duyguların sinsice beynimizde, yüreğimizde gittikçe yoğunlaşmaya başladığını fark ederiz. Hele ki yıllar geçtikçe bu duygular daha da artar. Adeta avuçlarının içine alır ve kafese tıkılmışsınız gibi sizi boğmaya başlar. Artık isteseniz de istemeseniz de içinizi kavuran o duygunun esiri olmuşsunuzdur. Bunun adı özlemdir. Bunun adı gurbet hastalığı, bir başka deyişle sılaya özlemdir.
Öyle anlar gelir ki hiç aklınızda yokken bile en ufak bir ses, bir koku, bir şarkı vb herhangi bir olay sizi alır yıllar öncesine götürüverir. Bir anda, ta oralara, o günlere gidip o yaşanmışlıklara dalıverirsiniz. İşte öylesine bir düşünceyle istedim ki dizelerimle sizleri 80’li yılların Ankara’sına doğru bir yolculuğa çıkarayım, oradaki yaşanmışlıklarınıza, anılarınıza kapı aralayayım. Her ne kadar farklı şehirlerden olsak da eminim ki pek çoğunuzun herhangi bir nedenle yolu mutlaka Ankara’ya düşmüştür. Umarım dizelerimde yaşanmışlıklarınızdan izlere rastlarsınız.
Güzel anılara doğru yolculuğunuzda buluşmak umuduyla…
***
KARA SEVDAM ANKARA’M
“Sevda Kokulu Bir Ankara Masalı”
Ankara’m!
Kara sevdam,
Dinmeyen gönül yaram.
Hasretliğim sana;
Ve sende yaşanmışlıklara.
Buluşmak…
Sevdalarla,
Ankara’da, yüreklerde buluşmak.
İlk akla gelen mekân,
Ulus’ta heykel dibi.
Yürek çırpıntısıyla göz gözü ararken
Saniyelerin saat, saatlerin asırlaştığı an.
Sanki donmuştur zaman.
Ve bir “acaba” kaygısı,
Nasıl da yürek dağlar.
Tüm bedenin,
Kalp atışlarına sorgusuz teslimiyeti.
Parke taşlarıyla bakılan
Adım adım papatya falı.
Gelecek, gelmeyecek…
Gelecek, gelmeyecek…
Ve nihayet beklenen o an.
Uzak bakışlarda tebessüm.
Sonra ürkeksi dudaklardan
Kendince dökülen üç-beş söz:
“Meraba, n’aber?”… Falan.
İlk durak, birkaç adım ötede Akman.
Siz daha nefes almadan,
Anında dikilir tepenize papyonlu adam.
“Hoş geldiniz, ne arzu ederdiniz?”
Kız henüz söylemiştir ki,
Delikanlı diklenir, sahiplenir.
Zevkler bir dercesine:
“Bana da ondan.”
Aslında garson bu duruma alışık.
Mevsimince bellidir istek:
Ya dondurma ya boza.
Avuçlarda terleyen bir kaşık
Ve o hararete dayanamayan
Bir kâse dondurma.
Ya da hiçbir zaman dibini göremeyeceğin,
Dudaklarda kaysaklaşan, bir bardak boza.
Ve eşliğinde,
Bir ömre sayfa açan,
Masum, mahcup ve davetkâr,
O kaçamak bakışlar.
Çağırır fısıldarcasına,
Çeker kendine seni,
Fıçısıyla Sakarya.
Kızılay’dan usanırsan Kuğulu’ya?
Varsa hâlâ dermanın
İşte orda, yokuşuyla Çankaya.
Bir uçta Çiftlik, bir uçta Papazın Bağı.
Kokoreçten mantıya…
Her köşen sevda durağı.
Mekân dediğin ne ki?
Yitik umutların ana kucağı.
Ankara’m,
Kış güneşim, yaz yağmurum.
Sevda çisentilerimin ebem kuşağı.
Sen doğdun ya ömrüme
Mehtap solmuş, güneş batmış kime ne?
Düşer yollara kumrular.
Yan yana olsa da bedenler,
Arada,
İkrarın sükûtunca mesafe var.
Eller, ah o eller!
Sınırları aşamayan ürkeksi, biçare eller.
Nasıl da fazlalıktır bedene.
Yürüdükçe, büyüdükçe büyürler.
Bir ak güvercin masumiyeti
Ve serçe yürek çırpıntısıyla,
Tutuşmaya hazır ve coşkulu.
Daha dünden razı terlemeye.
Yürekler buram buram tutkulu.
Ve gün, sevdaya gebelikte umutlu.
Yürümek var ya yürümek…
Senin caddelerinde,
Seninle, sevdiğimle, yan yana…
Bulutlara uçarcasına yürümek.
Yağmur çiselerken
Ulus’tan Sıhhiye’ye.
Onca kalabalığın tenhalığında,
Kendinden geçercesine,
İki bedende tek yürek yürümek.
Aldırış etmeden,
Uzayan yola, yağmura.
Ve sırılsıklam ıslanmışlığa.
Gençlik Parkı’ndan yansıyan,
Davetkâr ışık oyunlarına.
Ve Lunapark Aile Gazinosu’ndan yayılan
Derinsi Şükran Ay nağmelerine:
“Sevemedim kara gözlüm
Seni doyunca.
Ayırmasın
mevlâm bizi
Ömür boyunca.”
…
Yürümek var ya yürümek…
Şarkının gölgesine sığınarak,
Suskunluğun en manidarıyla
Ve gittikçe ufuklaşan o sözlerden,
Medet umarcasına yürümek.
Yürümek var ya yürümek…
Bir avuç sevdada ölüp ölüp dirilmek.
Önünden geçtiğin Dil Tarih’in,
Siyah-beyaz fotoğraf tadında,
Ihlamur kokulu göz kırpmalarına,
Kanmadan yürümek.
Ya da gâvur güneşine inat,
Muhabbet gölgesinde, sevdanın cilvesiyle,
Kaldırımdaki çukurları hiçe sayarak,
Farkındalığına varmadan yürümek.
Yollar uzasın diye,
Küçük adımlara sığınarak büyümek.
Ve her adımda artan cesaretle,
Sevda ufkunda esarete yürümek.
Mümkün mü hayır demek?
Zafer Pasajı’nda bir molaya.
Ve sahaf kokularına karışan
Her telden yansımaya.
Bazen Mahur Beste’siyle
Müjgan’la ağlaşan Ahmet Kaya,
Bazen de Ümit Besen’den
Bir davet gelir “Tahta Masa”ya.
Dinlenceler eşliğinde,
Çeker sizi kendine, köşede bir çay ocağı.
Her ne kadar olsa da salaş,
Kuytusunda dost sıcağı.
Neler feda edilmez ki?
Kıtır kıtır susamlı, sana özgü bir simitle
Ayak üstü sevda eşliğinde içilen
Yürek sıcaklığınca,
Bir bardak tomurcuk çaya.
Sen ve sevdalarım.
Hasretliğim,
Kasvetli bulutlarına gizlediğim,
Hülyalarım.
Sisli günlerimde tek sığınağım.
Sevda limanım,
Ankara’m.
Dinmeyen gönül yaram.
Duy sesimi, duy ki…
Açılmasın senle aram.
Sen varken güzeldi,
Dopdoluydu Ankara.
Şimdi ıssız.
Şimdi sensiz ve bensiz.
Biz yoksak gayrısından bana ne?
Geç bunları geç!
Şimdi ikimiz de maziyiz.
Gerisi hep bahane.
Rüyalar siyah-beyaz,
Buz rengi kış gecelerince.
Ankara, o Ankara değil artık şüphesiz.
Gitsem ne, gitmesem ne?
Kalsam ne, kalmasam ne?
Yüreğim görmez gözle gördüğümü.
Onca kalabalıkta yalnız ve kimsesiz,
Bir başıma.
Sessizliğim oldu sensizliğim.
Hadi çöz çözebilirsen bu kör düğümü.
Ankara bensiz, ben sensiz.
Sen ey masalsı sevdaların gizemli başkenti!
Bir şarkımsın benim,
Henüz bestelenmemiş.
Güftesi benden,
Bestesi senden.
Büyüsüne kurban olduğum.
Anla artık iki gözüm!
Gönlüm değdi gönlüne.
Vurgunluğum…
Hülyam, varlığımda yokluğun, kara sevdam,
Dinmeyen gönül yaram.
Unutmadım, unutamam.
Ankara’m,
Sen de beni unutma!
Anılarla,
An Karam!
Tahsin MELAN / Frankfurt – 12.11.12
Bir cevap yazın