Cılız bedeni mezarın üstüne yayılmıştı. Islak toprağı avuçluyor öpüyor öpüyor, yine öpüyordu. Gökyüzü bulut bulut kümelenip İstanbul’un üzerine yağarken kadının yaşları sakinleştiricilerin sersemliğinde göz pınarlarında kuruyordu. Akabilseydi onun da yağmurları, gürleyebilseydi. Çakabilseydi delicesine yüreğindeki şimşekler. Çırpınabilseydi, öyle bir çırpınabilseydi ki acılı bedenini sığdırabilseydi yiğidinin yanına. Aynı toprak onu da sarsaydı da birlikte uyusalardı soğuk döşeklerinde. Gökyüzünün sancısı daha da büyüseydi. Günlerce çağlasaydı da ırmak olup aksaydı ikisinin üstüne. Sonra yiğidinin alnı ile onun dudakları arasından bir tohum çatlasaydı. Daha bahar gelmeden gelincikler boy verseydi mezarın üstünde. Yetmezdi. Gelincik nedir ki? Güller, zambaklar, menekşeler, yaseminler açmalıydı. Mevsimler hızla geçerken salkım söğütler fışkırmalı, sarı güneş ısıtmalıydı dallarını. Baharları yaşayamamıştı ya yiğidi, belki köklerinden beslenirdi delişmen bedeni, az da olsa tadardı baharları. Ve birlikte yeşillenirdi yürekleri. Sarılırlardı sımsıkı. Gür saçlarının arasında parmaklarını gezdirip okşardı.
Neredeydi yarası? Tam ortasındaydı. Alnının tam ortasında. Kara kaşlarının birleştiği noktadan bir parmak üstte. Öylece duruyordu yağlı kurşunun izi. İşte tam oraya koymalıydı dudaklarını. Öpmeli öpmeliydi. Öyle çok öpmeliydi ki onarmalıydı yiğidinin yarasını. Ölüm bile yakışır olmalıydı. Hani uyuyormuşçasına. Biri mezarı açıp baksa kenetlenmiş iki beden görmeliydi sevgiyle perçinlenmiş. Yiğidinin sol kolunu kapatırdı. Yorgan gibi abanırdı üstüne. Kimseye göstermezdi.
Karaydı üstü başı. Elbisesi, kalın çorapları, derisi çatlamış ayakkabıları, mantosu ve boynuna düşmüş eşarbı. Tıpkı yüreği gibi. Kollarından tutup sürüklediler yiğidinden uzağa. Dermansız ayakları ıslak yolda arıklar açtı. Karga tulumba kucaklayıp attılar bir arabanın içine. Yanında yöresinde kadınlar. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
“Eve götürün, bir ilaç daha verin, uyusun garibim,” diyorlardı. “Kuvvetli olmalısın,” diyorlardı. “Ayakta kalmalısın, ölenle ölünmez. Kızlarını düşün.” Bağrını yumruklamak istiyor, ellerini tutuyorlardı. “Geçecek…”
Eve getirilince acısı daha da kabardı. Dizlerini zorlayarak yiğidinin odasına girdi. Mavi kazak olanlardan habersiz dün çıkarılıp atıldığı haliyle yatağın üstünde duruyordu. Mis gibi kokuyordu. Zaten çok terlemezdi ki. Hoş, onun yiğidi terlese de kötü kokmazdı ki. İyi insanlar kötü kokmazlardı ki. Terörist demişler ona. Yalan. Kuyruklu yalan. Vallahi yalan. İki gözü önüne aksın ki yalan. Onun oğlu öyle şeyler bilmezdi ki. Onun yiğidi terörist olamazdı ki. Nasıl kıymışlardı? Daha on yedisindeydi kınalı kuzusu.
Elini yüzünü yıkamak istediler, direndi. Yiğidinin toprağını nasıl atardı üstünden? Sıcak çorba içirmek için zorladılar yine direndi. Yatağın yanına büzüştü. Kazağı koklarken ağıt yakmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu. “Yemezsen ağlayamazsın,” dediler. “Ye, canlan da güzel güzel ağla, bol bol ağıtını yak.”
İçi yanıyordu. Ciğerlerinde acı çığlıklar büyürken soluk bakışları bomboştu. İnsanlar ne güzel ağlıyorlardı. Küçük kızı Sultan yüreğinin acı zehrini akıtıyordu al yanaklarına. Daha geçen yıl gelin etmişti Elif’ini. Nasıl da çökmüştü avurtları. Kırkı dolmamış bebesini saklıyordu bağrında. Gerdanında göllenen yaşları siliyordu bluzunun koluyla. Hayır. Elif’i ağlamasındı. Lohusaların kırkı çıkana kadar mezarı açık olurmuş. Hayır hayır. Elif’i ağlamasın. Daha Ali’sinin toprağı kurumadan… Lohusaların mezarı açık mıdır gerçekten? Öyle olsaydı kendisi de çoktan ölmüş olmaz mıydı? On yedi yıl öncesi doluverdi sancılı yüreğine.
Akşam saatlerinde başlamıştı doğum sancıları. Hastaneye geldiğinde ebeler ağrı odasına almışlardı. “Yürü,” demişlerdi. “Bol bol yürü ki doğumun kolay olsun.” Alışıktı. İki kızını da o hastanede doğurmuştu. Her şey normal görünüyordu. Birkaç saate bebesini kucaklayıp gidecekti evine. Sonra ne olmuştu da apar topar ameliyathaneye taşımışlardı? Koskoca bir boşluktu gerisi.
Narkoz bedenini yavaş yavaş terk ederken az da olsa kendine geliyordu ki ameliyathanenin taş duvarlarına çarpan konuşmalar yankılandı kulaklarında.
“Her şey tamam mı? Başımı derde…”
“Tamam doktor bey… Zaten babanın canına minnet…”
Odada korkunç bir uğultu geziniyordu. Belleği bir yok olup bir geri gelirken hâlâ devam eden konuşmaları kesik kesik duyuyordu.
“İki kızın üstüne bir kızı daha… küplere binmişti… hem oğlan sahibi oldu…cebi parayla…”
“Bilmem… başhekimin hatırı… tehlikeye atıyorum… duyulursa…”
“Bir şey olmaz, iş tamam…”
“Öyle deme… oğlan babası olmanın hevesiyle… yarın bir gün aklı başına… çolak… kakaladınız…”
“Açık senet aldık. Ötecek olursa… biliyor…”
Ayağa kalkmak bağırıp çağırmak istiyordu. Duydukları kulaklarında çınlarken damarlarından kan çekilmiş, kirpikleri yeniden birbirine yapışmıştı.
Kendine geldiğinde sabah ezanı pencereden odaya yayılıyordu. Gözlerini aralayıp etrafını süzdü. Tek kişilik bir odanın cam kenarında yatıyordu. İri kıyım hemşire göbeğini beşiğin kenarına dayamış çay kaşığıyla ağlayan bebeğe şekerli su içiriyordu. Koltukta kaykılmış olan adam, uyandığını fark edince yanına gelmişti.
“İyi misin?”
Öylece bakmıştı adamın ışıltılı gözlerine. Anlamamıştı, anlayamamıştı kocasının sevincini. Boğazındaki koca bir düğüme direnmişti.
“Kızımı getir bana.”
Önce ala sonra mora dönen yüzünü yere indirmişti adam.
“Ne kızı? Oğlumuz oldu Nurcan’ım.” Kaşlarının altından hemşireye bakmıştı. “Oğlumu, annesinin kucağına verelim mi?”
Kaşığı bardağa bırakıp kadına yanaşmıştı hemşire.
“Vereyim mi oğlunu?”
Hemşirenin sesi ses değil yılan tıslamasıydı. Pörtlek gözlerindeki şeytani parıltıdan tiksinmişti kadın.
“Yalan söylemeyin! Her şeyi biliyorum. Kızımı getirin yoksa hepinizi dava edeceğim…”
Kocası telaşlanmış kocaman ellerini kadının ağzına dayamıştı. Hemşire, adama terslenmişti.
“Karına dilini tutmasını öğret.” Etli parmağını bu sefer kadına uzatmıştı. Soğuk, ürkütücü. “Aklını başına topla! Hanım hanım çocuğunu emzir.” Ardına bakmadan iri kalçalarını sallayarak çıkmıştı odadan.
Adamın elleri hâlâ karısının ağzındaydı.
“Sessiz ol da konuşalım, gözünün yağını yediğim. Zaten bu saatten sonra hastaneyi ayağa kaldırsak da iş işten geçti. Ne olur sakin ol!”
Karısının susacağını okumuştu solgun mavilerin buğularından ve yavaşça çekmişti nasırlı ellerini.
İçinde birileri vardı da soluğunu makaslıyorlardı kadının. Santim santim. Gram gram. Çok şey söylemek istiyordu. Binlerce sözcük binlerce yılana dönüşüp saldırmak istiyordu adama ancak cılız bir iniltiydi çatlak dudaklarındaki.
“Nasıl yaptın bunu? Para mı daha tatlıydı yoksa oğlan babası olmak mı? Nasıl kıydın bana? Nasıl kıydın kızına? Nasıl uyuyacaksın bu çirkef yalanınla?..”
Yüzü yerdeydi adamın. Yutkunuyordu sık sık.
“Olan oldu. Oğlan bizimdir bundan gayri.” Bebek ağlamaya başlayınca telaşlanmıştı. Yeniden karısına bakma cesareti bulmuştu. “Hadi al şu çocuğu. Acıktı garibim. Ölüme mi terk edeceksin şuncacık bebeği?”
Kulaklarını kapatmıştı kadın. Duymak istemiyordu ama bebeğin ağlamaları beyninde uğulduyor, göğüsleri sızlıyordu. Garip bir çaresizlik içinde, eliyle bebeği işaret etmişti ve adam sevinçle fırlayıp karısının kucağına bırakıvermişti oğlanı.
Ufacık bir sabi. Kaşık kadar bir yüz. Yavru kuş gagası gibi açılmış pembe bir ağız. Kapkara iki inci tanesi parlıyordu çukurlarında. Yüreğine ardı ardına ışık hüzmeleri saplanırken memelerinden delicesine anaç seviler akmıştı. Beyaz, duru, kutsal seviler. Memesini, küçük oğlanın ağzına dayadığında, minik dudakların yumuşaklığının hazzında içi erimişti. Bebek emdikçe kadın ağlamıştı. Kadın ağladıkça bebek emmişti. Emdiği kadar sevmişti bebeği. Sevdiği kadar ağlamıştı. Gece karası saçlarını, küçük çenesini okşamıştı. Sol eli sıkışınca zıbından tutup kolu yukarı çekmişti. Minik elini öpecekti ki, içi buz kesmişti. Kolun ucunda el aramıştı. İyice açıp yoklamıştı ama yoktu. Bebek yine ağlamaya başlayınca şaşkınlığını bırakıp yeniden göğsüne dayamıştı. Her emişi yeniden içini ısıtmış ve yeniden sevi fışkırmıştı memelerinden.
Ali olmalıydı bu kara oğlanın adı. Özü sözü doğru bir yiğit olmalıydı. Çolaklığı belki biraz boynunu bükecekti ama annesi ona bu eksiklikten dolayı utanmamayı öğretecekti. Herkes sevecekti onu. Kız kardeşleri, arkadaşları, öğretmenleri, komşuları…
Bir öne, bir arkaya beşik gibi sallanıyordu kadın. Sultan, annesinin sıkı sıkıya sarıldığı mavi kazağı almak istedi ama kadın direndi.
“Almayın yavrumu! Almayın ciğerparemi!..”
Kazağı yeniden göğsünde sıkılayıp ancak kendinin duyabildiği cılız ağıtlar yaktı.
Bir cevap yazın