Geçenlerde bir film izledim “Yalanın İcadı” diye ve bu film beni toplumsal ilişkiler konusunda düşünmeye yöneltti. Aslında kurduğumuz ilişkilerde ne çok filtreleme yaptığımızı fark ettim. Arkadaşlık ilişkilerimiz, iş ilişkileri, aile, vs. aslında küçük yalanlarla ayakta duruyor. Herkesin yalan söyleme yetisinin olmadığı bir dünya aslında büyük ihtimalle distopik bir dünya olurdu. Sürekli kavga ve kaos ortamı olurdu. Nezaket dediğimiz şey aslında istemediğimiz şeyleri zorunlulukla yapmamız. Toplumsal düzen aslında en çok ufak tefek yalanlarla sağlanıyor. Sabah aslında işe gidiyorsunuz ve oradaki herkesten nefret ediyorsunuz ama “sizden nefret ediyorum ahmak sürüsü” demek yerine “Günaydın Ayşe Hanım bugün ne kadar da şıksınız!” diyorsunuz. Bunu demek zorundasınız aslında. Çünkü kaybetme korkunuz var. Nefrette etseniz o işe muhtaç o insanlara mecbursunuz. Ve her sabah bu gibi yalanları söylemek mecburiyetindesiniz. Arkadaş ilişkilerini ele alalım. Bir arkadaşınız sürekli aynı hatayı yapıp eski sevgilisine geri dönüyor diyelim. Aslında içinizden geçen “ Sen iflah olmaz bir aptalsın! İki gün sonra yine gelip benim başımı şişireceksin. Beynini pazarda mı unuttun be arkadaşım .” olsa da bunu diyemezsiniz. “ Bence bu sefer akıllanmış olabilir . Senin adına çok mutlu oldum canım. Ee evlilik ne zaman ?” gibi muzip bir konuşma evet içinizdekileri yansıtmasa da zaten aslında fikrinizin o arkadaşınız için bir şey ifade etmediğini bildiğinizden dolayı çok ta kafaya takmazsınız bu yapmacık hallerinizi. En çok yalan da sanırım aşık iki insan arasında geçer. Ve o yalanlar aşk bittiğinde acımasızca ortaya dökülür. Çünkü kaybetme korkunuz bittiğinde yalan söyleme ihtiyacı duymazsınız. Sevgiliyken parayı takmıyormuş gibi görünen iki aşık , aşk bittiğinde bunun lafını yapabilir. “Benim iliğimi, kemiğimi sömürdün be !” gibi.. Ya da sevgiliyken nezaketen dışa vurulmayan şeyler bittiğinde ortaya konabilir. “Yok canım müsait değilsindir anlıyorum tabiki..” olur “ Zaten umurunda bile değildim.” Kaybetme korkusu eğer aile çok baskıcı değilse en az ailede olur. Çünkü insan bilir ki aile ne olursa olsun terk etmez. Tabi sert bir aileyse onları kaybetmekten ziyade özgürlüğü kaybetme korkusu devreye girer. Ve o yalanların ardı arkası kesilmez. Klasik “Mervelerdeyim babacığım “ gibi yalanlar. Uzar da uzar. Akla hayale gelmeyen yalanlar uydurulur. Beyin gücü sadece yalanlar için çalışır. Ufak tefek yalanlar birleşip koca bir kar topu gibi büyür ve durdurulamaz bir hal alır. En son çığ olarak yalan söyleyenin başında patlar. Zaten yalan isterse çok güzel gün yüzüne çıkabilir. Çünkü bu toplumun bize dayatmasıdır. Nezaket, adap gereği her şey söylenmez. Olması gereken de budur. Çünkü kimse gerçekleri duymak istemez. Size birisi “Ay ne kadar kilo almışsın davul gibi olmuşsun!” dese sanırım hoşunuza gitmez. Yalanlar tatlıdır. Egoyu tatmin eder. Gerçekler ise egomuza saldıran bir virüs gibidir. Ele geçirdiğinde öldürebilen bir virüs. Kendini beğenmeyen , egosuz , aşağılık duygusuna kapılmış bireyler yaratabilir. Ve bu toplum açısından da pek iyi bir şey değildir. Kaybedecek bir şeyi kalmamış insan en tehlikelisidir nihayetinde. Tabi bakarsak doğamızda yalan yok. Çocuklara bakarak anlayabiliriz bunu. Çocukları uyararak, cezalandırarak topluma adapte ederiz. İlkokula giderken belki fark etmişsinizdir ; sınıf arkadaşlarınızın ne kadar acımasız olduğunu. Düşerseniz gülerler, bir kusurunuz varsa dalga geçerler, üzülüp üzülmemenizi pek te umursamazlar. Çünkü o bireyler işlenmeyi bekleyen hammadde gibidirler. Şekil verilmeleri gerekir. Okullar bunun için en iyi fabrikalardır. Aileden uzakta çocuk gerçek hayatla karşılaşarak toplum içerisinde nasıl davranırsa ayakta kalabileceğini ilk burada öğrenir. İşin özü hepimiz her gün yüzlerce yalan söyleriz. Ama bunu yalan olarak görmeyiz. Nezaket olarak görürüz. Kant’a göre ne olursa olsun doğruyu söyleme ilkesi toplumda işlemez anlayacağınız. Yalanın rengi vardır. Ruha yansıyan dokunuşları. Bazıları gülümsetir bazıları yaralar. Ama yalanın ana sebebi kaybetme korkusudur. Bir insan olabilir, özgürlük olabilir, huzur olabilir. Kaybedecek bir şeyiniz yoksa yalana ihtiyacınız da olmaz. O yüzden toplumdan dışlanırsınız. Çünkü ataların da dediği gibi: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”
Bir cevap yazın