Bu gece oturup bir öykü yazmalıyım. Eğer yazabilirsem pazartesi günü işimden istifa edeceğim. Öyle dedim kendime. “Eğer bugün bir öykü yazabilirsen hayatını değiştirebilirsin. Yoksa her şeye devam et. Hiçbir değişiklik yapma. Buna mecbursun çünkü. Yeni bir şey kurgulamıyorsan en iyisi her şeyin eskisi gibi gitmesi. Hiç değişmeden. Sabah kurulu bir saat ile kalk, aynada geçmekte olan yüzüne bak biraz da renk ver ki geçmekte olduğu pek fark edilmesin. Sonra da koşturarak hayatın uğultusuna karış. Bilgisayar, telefon, sizli, efendimli kısa kısa konuşmalar. Bütün günün kiri pası bulaşmış bir yorgunlukla eve dönüş sonrasında sıkıcı bir televizyon zamanı ve daha sonrasında da hatırlamadığın rüyalar. Bu rüyalar bölümü aslında günün en heyecanlı yeri olmalı ama ne yazık ki onları da hatırlamıyorsun. Rüya gördüğünü bile bilmeden. Bütün gün dolarak taşan ve ağırlaşan o muhteşem bilincinin altında sıkışıp kalıyorlar. Sabah yeni bir güne uyandığında yine yamyassı bir bilinçaltı ile birliktesin artık. Nefessiz kalmış bir bilinçaltı. Nereden hatırlayacaksın?”
Dedim ya gecenin bu saatinde bir kurguya ihtiyacım var. Bu gece bir öykü yazmayı becerebilirsem yarın hayatımı değiştireceğim. Zihnimi açık tutmalıyım. Hiç korkmadan serbest bırakmalıyım onu. Yazmak cesaret ister. Cesurca yaşamayan özgürce düşünemeyen o kocaman bilinci ile abanmadan bilinçaltını gevşetmeyen öykü yazabilir mi? Etrafıma bakıyorum düşüncelerimi hayallerimi esnetmeye çalışarak. Bilinçaltımı rahatlatmak için biraz müzik ve biraz da rom koyayım kendime. Yeni bir şeyler arıyorum etrafımdaki eşyalarımın arasında. Yıllardan beri değiştirmediğim beyaz perdelerime gözüm takılıyor. Uzunca bakıyorum yerlere doğru gittikçe ağırlaşarak birbirine yaklaşan kıvrıntıları arasındaki bu karanlık boşluklara saklanmış bir şeyler görebilir miyim diye. İşte masamın lambası yıllardır sağ üst köşede sessizce öylece duruyor mor başlığı ile. Bu lambadan cin çıkabilir mi? Asla. Yıllardır sessiz sessiz o kör ışığına razı hiç yerini bile değiştirmeden düşmeden birisine çarpmadan kaskatı öylece duruyor. Bu evdeki hayat ile tam bir uyum içinde. Cinsiz. İşte sıradan bir masa lambası. Kedim Pamuk. O da her zamanki gibi masamın hemen yanı başındaki küçük halının üzerinde kıvrılmış uyuyor. Biraz sonra kendi etrafında dönüp sırt üstü yatmaya başlar karnı yukarıya gelecek şekilde. Huzurlu ve güvenli bir ortamı seviyor o da. Güvenli huzurlu ve biteviye… Bilgisayarımda aynı müzik kanalı. İLEF radyoyu severim. Ne çaldığına kulak veriyorum ama. Belki bilmediğim bir şarkıdır. “Çok uzaklarda”. Yok bunu da biliyorum. Nilüfer söylerdi. Ama şimdi söyleyen o değil. Hayat Gökler yazıyor etikette. O da kimmiş? Yayının tanıtımına bakıyorum. Bir erkek fotoğrafı. Ama ses kadın sesi. Google’a giriyorum öyle bir şarkıcı veya sanatçı yok. İlginç. Sadece bir kadın psikolog çıkıyor aynı isimde. Belki bu plağı cinsiyetini ve kimliğini gizleyerek yapmıştır. Uzaklarda kalan bir aşk acısı ile söylemiştir bu parçayı. Nerden bilebilir bir gün bir gece gecenin bu saatinde belki de aynı acıya ortak olmuş bir kadının kendine bir öykü ararken bu sessizliği ve gizliliği araştıracağını. Hemen bir twit atıyorum kanala “kimdir bu?” diye. Tam o sırada kapı çalıyor. Bana mı öyle geldi? Yanlış duyuyor olabilirim. Evet çalıyor. Kapıda kim var? Açmalı mıyım? Yeni bir öykü istiyordun işte ayağına geldi. Sabahlığıma ve saçlarıma çeki düzen vererek uzun karanlık koridoru acele ve sessiz adımlarla geçtikten sonra kapının gözleme deliğine ulaştım. Dışarısı karanlık. Telefon elimde her ihtimale karşın. Tekrar bakıyorum delikten. Bir karaltı var. Aslında en alttaki apartman kapısı asla bu saatte açık olmaz. Yukarı kadar çıkmış birisi. Hiç nefes almıyorum. Bir telefon konuşması duyuyorum kısık bir sesle. Kadın sesi mi erkek sesi mi ayırt edemedim. Kapı zili tekrar çaldı. Elim kapının kolunda. Açmalı mıyım? Aslında sokak kapımın önünde ağır bir demir kapı var. Yani güvenle kapımı açabilirim üstelik telefon da elimde. Apartman görevlisi de daha uyumamıştır. Bu karaltı muhtemelen tek kişi. Yok yok en iyisi açmamak. Bu saatte bana kim gelebilir? Kimse kim açamam valla. İşte ayak sesleri yukarıya doğru çıkıyor. Ayak seslerinden arkadaşça mı yoksa öfkeli veya sinsi bir çıkış mı anlamaya çalışıyorum. Karanlıkta ve sessizlikte bir katilin ayak sesi gibi. Ürperdim. Kapıyı açmadığıma seviniyorum. Ne olur ne olmaz. Şimdi yukarıdaki kapı çalınıyor. Benim gözüm yine kapıya dayalı. Dışarısı simsiyah. Nefesimi tutmuş beklerken üst dairenin kapısının açıldığını duydum ve arkasından güzel bir kahkaha koptu karşılıklı. Neden geleceğini haber vermedin dedi açan. Sürprizdi dedi diğeri. Kapı kapandı. Ben de sürprizsiz ve uzun koridorumu geçip bilgisayarımı kapatmaya oturdum masama. Pamuk halımın üzerinde sırt üstü sere serpe uyumaya devam. Sanki gülüyor gibi. Kediler de rüya görür demişti kızım bir keresinde. Baktım bir twitt gelmiş radyo İLEF’ten. “Google’da dikkatli bir tarama yaparsanız göreceksiniz. Sadece fotoğraf yanlış konmuş. Özür dileriz.”
Yarın yine erken kalkmam gerekecek. Yarın ve diğer yarınlarda da. Yüzüm aynada yavaş yavaş geçecek. Ben yine hayatın uğultusunda koşturup duracağım. Ta ki benim öyküm bitene kadar. Yeni bir tane kurgulayamadığım için.
Feride Cihan Göktan
2020/haziran
Bir cevap yazın