Bir öğretim yılı çalıştım ilk atamamın yapıldığı Afyon’un o dağ köyünde. Bana kalsa çok mutluydum. Ama, ev arkadaşım evlenip Adana’ya gidince ben yalnız kaldım. Ailem bu duruma bir çare düşünürken ben “inşallah bir çozüm bulamazlar da burada kalırım” diye dua ediyordum içimden.
Köylüyle içli dışlı olmuştuk iki hanım öğretmen. Sanki ailelerinden biriymişiz gibi kol kanat gerdiler bize. halk diliyle “göbeğine kadar sakallı dedeler” bizimle konuşurken yer bakar, iki ellerini kavuştururlardı.
Kimse adımızı söylemezdi, ya “hoca hanım” ları ya da ” hoca hanım” larıydık hepsinin.
Bostan bozma derler köylüler kavun-karpuz hasatına. Traktörlerin römorklarına doldurup samanlıklarına depo ederler ve bütün kış, sanki dalından yeni koparılmış gibi tüketirlerdi. Ama her traktör, bizim evin önünde durur, ücer beşer kavun, karpuz atarlardı kapımızdan içeri.
Bunu şehir merkezlerinde anlatsan adına “rüşvet” derler. Köylerde ikram…Bize bostan indirenlerin bizde çocuğu da yoktur haa! Rüşveti bilmez o tertemiz insanlar.
Çoğu okuma yazma da bilmez ama hayatın kitabını yazabilecek kadar yaşanmışlıkları vardır, “deneyimli profösörler” diyorum ben onlara. Çapanın, harmanın, mastırını yapmış, karda yürümenin, kızak kaymanın tezini yazmışlardır.
Köylü uçtan uca birbiriyle akrabadır zaten. Birbirlerinden kız alıp verirler, “yaban”dan kız almazlar da, vermezler de zorunlu olmadıkça.
Köyden başka illere, ilçelere çalışmaya giden delikanlılar olur örneğin. Ya da tek-tük ilkokuldan sonra ortaokul ve liseyi okumaya gidenler.. İşte onlardan bazıları gönüllerini “yaban”da bırakırlarsa, ailesi de o genci bu sevdadan vazgeçiremezse, çaresiz alınırdı o kız. Veya köye gelen bir imam, öğretmen, ormancı..O köyden bir kıza tutulduysa, “memura gidiyor, yüzü gülecek” diye seve seve verirlerdi kızlarını. Alırken gönülsüz oldukları kadar verirken gönüllü olurlardı.
Elektrik yoktu o köyde. Gaz lâmbalarımız vardı. Günlük planlarımızı bile gaz lâmbası ışığında yapardık. Öyle sinema, tiyatro, konser falan bilmezdik. İhtiyacımız da yoktu ki. Her an bir film sahnesi yaşanırdı köyde.
Özellikle particilikten çok kavga çıkardı erkekler arasında. Tamamı muhafazakâr, geleneklerine bağlı, dede, nine, amcalar, halalar, yengeler, çocuklar bir arada yaşar, kalabalık ailelerde aile reisi dede hangi partiye oy verin derse hepsi o partiye oy verirdi tartışmasız, itirazsız. Sol partilere oy çıkmazdı. Önceki seçimde çıkan 14 oyu, Cafer Dede bize, ” yav hocahanım, olcek iş mi heç, ayıp valayi, sölemeyi ar ediniyom, tam 14 gomünis besleyomuşuz yav bizim kövde de habarımız yoğumuş” diye anlatırdı, suç işlemiş gibi yüzü kızararak.
Cafer Dede ile eşi Kadriye Teyze’nin hiç çocukları olmamış. Bu yüzden hep evlât özlemi çekerler, okuldaki çocuklara yardim yaparak giderirlerdi bu özlemlerini. Ben öyle bir sevda görmedim. Çocukları olmadığından mıdır nedir bilmem, titrerdi ikisi de birbirinin üstünde. Kadriye teyze’nin sözü hâlâ kulağımdadır. Cafer Dede’nin başına bir şey gelecek diye aklı çıkar, ” Cenabir Mevla’m gorusun. Benim adama bişeynolusa ben yaşiyaman, ölürun, dalına binen de giden işşallah” diye dua ederdi sürekli.
Bu nasıl derin anlamı, bu nasil güzel bir duygudur Yarabbi!..Hiç duymuş muydunuz?
“Dalına binen de giden” Offf! Off! Kurban olurum ben sizin içtenliğinize. Kurban olurum tertemiz sevginize, saygınıza. Kurban olurum ben sizin insanlığınıza. Işıklar içinde uyuyun Cafer Dede, Kadriye teyze. Öldüğünüzde köyde değildim, fırsatımız olmadı helâlleşmeye. Haklarınızı helâl edin ne olur. Yok tur ama eğer varsa minicik bir hakkım sizin üzerinizde helâl olsun, yerden göğe…
Yasemin Evren
Bir cevap yazın