Bu sabah biraz uyku ağır bastı. Güzel güzel yatakta mahmurluğun keyfini çıkardım. Eşim uyandırmasaydı kalkacağım da yoktu. Öyle güzel kahvaltı hazırlamış ki. Bayıldım doğrusu; çay tavşan kanı, sucuklu tost, biraz kaşar peyniri, yanında Ege zeytini. Gazetelerin başlıklarına çabucak baktım ki, akşam hangilerini dikkatli okuyacağım karar vereceğim. Bir kere üçüncü sayfayı es geç, ikincisi spor sayfalarından uzak dur, üçüncüsü magazine bulaşma: kimin eli kimin cebinde belli değil. Kahvaltı peşine bir bardak taze sıkılmış portakal suyu iyi geldi. Kendimi canlı hissetmeme neden oldu. Nedendir bilinmez; her nevi meyve suyu ancak kutu var Türkiye’de. Halbuki taze sıkılmış var ki, bayılıyor insan.
Üstüme rahat bir şeyler giydim. En güzeli kot pantolon dedikleri dapdaracık bir şey. Ama rahat hareket edebiliyorsan sorun yok. Göztepe’den Kadıköy’e ineceğim yine. Bu sefer randevum Mustafa Beyle. Konu belli: Kürt sorunu ve ilgili olarak Ermeni sorunu.
İki türlü tez vardı beynimdeki kıvrımlarda: birincisi, Hamidiye Alaylarını kim oluşturdu ve ikincisi, Hamidiye Alayları kendilerine buyruk olursa suçlu Osmanlı İstanbul’u olur mu? Ermeni Tehcirinin 1915 yılına rastladığını düşünürsek, Osmanlı savaşta ve bazı içerdeki güçler hareket alanını bol bulmuş olmalı. İkici tez, buna dair; yani Hamidiye Alaylarının sorumlusu Osmanlı Sultanı. Ermeniler Tehcire tabi olurken Kürtler onlara yardım etmek için kadınlarını ve kızlarını yanlarına mı aldılar? Ya erkekleri ne oldu? Bütün tartışmalar gündemdeki bu minvalde gidip duruyor. Bir de sayılar sorunu var ki, o tam bir muamma. Aslında ortaya dökülse bazı gerçekler daha iyi. Yoksa ataların derdini torunlar çekiyor.
Mustafa Bey rıhtımda beni bekliyordu. Karşıya, Beşiktaş’a vapurla geçerken sohbete başladık. Böyle sohbetler iyi oluyor. “Off-the-record”. Benim kırıntılarım peşimde zaten. Onun kırıntıları eskimiş. Açık mavi bir gömlek giymiş Mustafa Bey. Eğildiğinde gördüm, Beymen yazıyor. Pantolonu azıcık parlıyor. Biraz naylon karışımı var demek ki. Çorapları kurşuni ve ayakkabı rugan siyah. Ama üstü hasır desen. Rugan kısmı yandan burnunu dolanıyor ayakkabının.
İlk soruyu sordum: “Neden soykırım ya da tehcir demek öneli bu kadar?” Dedi ki, “Kayıtlara nasıl geçtiği önemli. Eğer soykırım genelde kabul edilirse, o zaman Yahudi soykırımındaki ceza kesilecek Türkiye’ye. Bu ceza da bir zamanlar devletin dışardaki memurları ve büyükelçilerine ödetildi. Çünkü soykırımı yapan kişiler zaten tarih olmuştu.” “Siz soykırım diyorsunuz,”” dedim. “Ben öyle düşünüyorum. Bu Anadolu topraklarında farklı etnik kökenden birçok insan yaşadı. Başka ne dememi bekliyorsunuz?”” diye cevap verdi. “İyi ya o zaman, kitaplar milliyetçiliğin kapitalizmin eseri olduğunu yazar. İmparatorluklar çağında da milliyetçilik vardı o zaman. Nasıl karar vereceğiz hangi etnik kökene ait olduğumuza?” “Mesela ben Ahmet Türk’ün kültüre dair söylediğini anlamlı buluyorum. Aynı kültür minvali İspanya’da da sorun. O zaman kültür bir medeniyet sorunu oluyor küresel çağda.” “Doğru söylüyorsun, “dedi.
“Bir kere,” dedim. “Kültür aynı zamanda toprağı ekip biçme biçimi köy yerde. Şehirlerde yaşam biçimi deniyor. İkisi arasında fark var yani. Zamanla kavram değişmiş. Kent sosyolojisi çalışanlar için farklı, köy sosyolojisi çalışanlar için daha farklı.” “Daha insanımız kimlik deyince, nüfus cüzdanını anlıyor. Farklı kimlik deyince çifte vatandaşlık gibi bir şey geliyor insanın aklına. Nasıl çözeceğiz bu algı karmaşasını?” “Kültürlü insan okumuş insan anlamına gelmiyor mu?”
“Çin’deki kültür devrimini mi kastediyorsun?” diye sordu. “Hayır,” dedim. “Okur-yazarlıktaki sayılar önemli değil. Mesela kağıt tüketimi istatistiği de önemli değil. Devlette kırtasiyecilik varsa çok kağıt tüketilir. Mesele, gazete satışlarında. Biliyorsunuz, Amerika’da çıkan ciddi gazeteler sayfa sayfa. Herkes her yerini okumaz. Uzman oldukları ve ilgilendikleri konuya bakar. Bölünmüş, yani kompartılanmış bir gazete biçimi. Bazen Başyazar bir iktisatçı bile Nobel İktisat ödülü alabiliyor.”
“Haklısın,” dedi. “Aydın olma sorumluluğu var. Eğer o ülkede bitmemiş bir sorun varsa, o sorun o ülkenin aydınının üzerindedir. Dışardan yardım almaya gerek yok.” “Kabul edebilirim,” dedim.
Beşiktaş çarşısında geziyorduk. Hemen orada spor kulüplerinin bayrakları satılıyordu. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray bayrakları satın alarak Mustafa Bey’e hediye ettim. “Bence,” dedim. “Bitmeyen Kavga Türkiye’de sürüyor. Bir gün bitse de başka sorumluluklar alsak.” “Asla bitmez,” dedi. “Asla bitmeyecek,” dedim. “Savaş hep kirli oldu.”
Ayrıldık. Ben geri Beşiktaş rıhtımından eve döndüm. O istikametini İstiklal Caddesine çevirdi. Bir bira içer rahatlarım diye düşünüyordu. Rahatlayacaktı. Çok çalışkan olduğunu söyleyemezdim. Akşamları bir tek atmadan da kendine gelemezdi.
Düşünceliydim. Suriye’den sonra İran mı sorusu kafamı karıştırıyordu. Türkiye’deki bu bilgi bunalımına hiç akıl erdiremiyordum. Nazım’ın şiiri geldi aklıma. “Vatan Haini” şiiri. Hiç kimse kullanmıyordu. Ben de kullanmamalıydım. Amerikan tankları ve topları beni bağlamıyordu artık.
Bir aydınımızın lafı vardı: “Önce sözle didişirsiniz, sonra bıçaklar çekilir.” Şimdi kılıç kalkan zamanıydı demek ki. Yazık, onca emeğe yazık!
Evde e-postalarıma bakıyorum. Bir makale gelmiş: “Osmanlı’da Toprak Düzeni.” Topraksız ülke mi var? Kızıldereli sözünü hatırladım: Balık yiyememeyi.
Yazının Diğer Bölümleri için;