Bunlarla uğraşırken acilen Bafra’ya gitmek zorunda kaldım. AB Hibe Projeleri başlamıştı ve ben bir yıl boyunca koordinatör olarak çalışmalıydım. Ağustos 2006’da Fatime ile Montreal’e gittik. Amerikan Sosyoloji Derneği’nin toplantısına katıldık. Benin için farklı bir deneyim oldu. Theda Skocpol, Immanuel Wallerstein, Charles Tilly ve başka birkaç akademisyen dikkatimi çekti. Amerikalı sosyologların İslamiyet’i anlamadıkları ve anlayamayacakları kanaatine vardım. Kendi kütürleri içinde okudukları ile değerlendiriyorlardı. Ancak İslamiyet’in teorik bir yanı olmasına rağmen pratik bir dindi. Yaşamak gerekiyordu. Bu düşüncemi Kanada’da çalışan Türk bir sosyoloğa anlattım; hak verdi.
Toplantı biter bitmez hemen döndük. Sunum taslağımızın bir özeti sendika.org’da yayımlandı.
Bu arada Bafra’daki evimde dergi yazılarımı bulmuştum. Mehmet Bey’e APS posta ile yolaldım. Ben de yazılarımı tekrar okuma fırsatını buldum. Yazıları gönderdikten iki hafta sonra Mehmet Bey aradı. “Kalemin sağlam,” dedi. “Bol bol yaz. Okumaktan daha çok yaz. Yazdıkça kendini gerçekleştireceksin. Özgür olduğunu hissedeceksin. Hayatımızdaki en önemli şey özgürlüktür. Bir de kalıcı olmak, kalıcı ürünler üretmektir. Düşün, müteahhit bile olsaydın, yaptığın binanın uzun süre dayanmasını isterdin. Firma bile kursaydın, uzun süre yaşamasını isterdin. Hemen hemen her şeyde böyledir.”
Yazılarım arsında politik temelli iktisat tarihinin konusuna giren bir karalamaya rastladım. Tarih 5 Şubat 1978 yazıyordu. Şöyle: “İlkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum ve komünist toplum. İlkel toplumun yaşadığı pek açık değildir. Diğer toplumlar Batı Avrupa dışında farklı biçimlerde gelişmiştir. Osmanlı’da mesela Asya Tipi Üretim Biçimi’nden bahsedilir. Kapitalist toplumun hem batıda hem doğuda faklı merhaleleri olmuştur. Ticari kapitalizm, manüfaktür dönemi, endüstriyel kapitalizm, post-endüstriyel dönem, bilgi çağı…” (ders notları).
Bu karalamayı toplu iğne ile küçük bir not kağıdına iliştirdim. Üzerine “ekonomik indirgemeci bir anlayış” yazdım. “çelişki sadece üreten ve ürünün paylaşımı değil, yöneten ve yönetilen çelişkisidir de,” dedim. “İktidarın elde edilmesi sadece ekonomik güçle olmuyor,” diye ekledim.
Bir gün sonra bu yazdıklarımı gidip Erdal Hoca’ya okuttum. “Bu açıdan dönüşüm sürecini anlamak için çok disiplinli çalışmalardan feyz almak gerekmektedir. Felsefe, tarih, uluslararası ilişkiler, psikoloji, iktisat, siyaset bilimi, vs. bilgilerine ihtiyaç duymaktayız. Bunların hepsini sosyoloji potasında eritmek mümkündür. Ancak unutma, bilgi zaman ve mekandan münezzeh olmadığı için ‘bütün genellemeler yanlıştır’” dedi. “Aslında,” dedim; “bahsettiğiniz bilimsel bilginin elde edilme süreci içindeki taşlar. Popüler kültür günlük gazetelerde işlenen konularla anlaşılabilir. Popüler kültürü bilimsel bilgi ile bezememiz mümkün mü?” diye sordum. “Neden gerekli olsun ki?” dedi. “Daha sağlıklı ve düzgün bir toplum kurmak için,” dedim. Şöyle cevap verdi: “Su çatlağını bulur!..”
Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünme’liydik. Piyasada bunca bireysel gelişim kitapları varken bu elzemdi. 1990’lı yıllarda böyle bir tartışma yapılmıştı. Ama sonuçsuz kalmıştı. Kendi düşünceme göre sosyal bilimleri açacak olan pratikti.
Erdal Hoca: “Slovaj Zizek ünlü bir sosyolog olarak sosyal bilimleri açmaya çalışıyor. “In Defense of Lost Causes” taslağını gördüm Ljbuljana’da. Son otuz yıla damgasını vuran parçalı ve mikro çalışmaların, eskinin büyük kuramlarının kazandırdığı olumlu tarafların göz ardı edilmesini eleştiriyor. Bir muhalif olarak nasıl tavır alınması gerektiğini ortaya koyuyor (Verso, 2008). Aslında ‘manifesto’yu yeniden yazmak gerekli.”
Erdal Hoca ile görüştükten bir gün sonra Mehmet Bey’le telefonda konuşuyordum. Elimde kağıt-kalem de vardı. Mehmet Bey: “Düşünsel olan çok daha karmaşık süreçlerle üretilir. Mesela bir merkez-çevre bağlantısı ile ilişkisi söz konusudur. Düşünce üretilen merkezlerde bulunmak, düşünsel kaynaklara sahip olmaya yakın olmak hangi sınıftan geldiğinizden daha önemlidir. Bilgi çağında bu sizin statünüzü de belirler. Statünüz ise, ne söylediğinizden çok kimin tarafından söylendiği ile ilgilidir. Bir profesörün söylediği ile inşaat işçisinin söylediği arasında fark vardır.”
Yaşamım boyunca fevri davranmamışımdır. Ama yaşamdan beklentisi olmayan, çalışmayan ve gününü gün etmeye çalışan insanlara hep kızmışımdır. Böyle insanların ne kendilerine ne de çevrelerine faydası vardır. Belki bu yüzden toplumsal muhalefet cephesinde yer aldım.
Ancak toplumsal muhalefete katılan insanların bireysel, psikolojik sorunları olduğuna dair Amerikan menşeili genişçe bir literatür vardır. Bu bizim ODTÜ kütüphanesinde genişçe bir yer tutar. Bafra’ya geldiğimde sağcıların da ne kadar tutarsız olduğunu gördüm. Düşünceleri ile yaşamları arasındaki dengesizliklere tanıklık ettim. Bu bizim çağımızın hastalığıydı.
Bana göre “yeni toplumsal kurgu” arayışı bitmez tükenmez bir uğraştı. Toplumda anomaliler oldukça bu uğraş bitmeyecekti. Anomaliler toplumda kaybeden bireyler yaratıyor, bu “kaybeden baskısı” insanların kişiliklerine yansıyordu. Bir zamanlar idealistçe “yeni toplumsal kurgu” ideolojilerine inanlar, inançlarında zafiyete uğradıkça bunalıma sürükleniyorlardı.
Şimdi popüler olan muhafazakar, dini saiklerdi. Bu yeni özelliğin Batı muhafazakarlığı ya da dini saiklerle hiçbir ilgisi yok, Türkiye’ye özel özellikleri vardı. İslami tip inanç ekonomik güçle birleşince “kibir” başlıyordu.
Elbette bu düşüncelerimi kimseyle paylaşamadım. Eski solcu olarak yaftaladığım tanıdıklarımla tartışsam onları rencide edeceğimden korktum. İslami kesimden arkadaşlarıma aktarsam “kibir” tabiri ağır gelebilirdi. Mehmet Bey’e hiç söylemek istemiyordum, çünkü bireysel enteelktüel tatminin ötesinde toplumsal muhalefetle hiçbir bağı olmamıştı. Bence o, “mücadele edenler” diye adlandıracağım insanları sorunlu olarak görecekti. Belki “işçiler kendileri mücadele etmiyor ki, entelektüellere ne oluyor?” diyecekti.
Benim canımı bir de ahlaki yozlaşma üzüyordu. İslami düşünce bunu çok güzel özetliyordu: “Allah korkusu olmayan birey ahlaklı olamaz.” Maalesef onlar da “takiyyeye” takılmışlardı. Mücadeleri içinde “yalanı,” taktik icabı kullanıyorlar, buna da “savaşta ‘hile’ yapıyoruz,” diyorlardı. Bir dostum, Alev: “Allah’a inanmayıp, hayatı boyunca dürüst olan, ahlaklı olan insanları nereye koyacağız?” diye sormuştu bir keresinde. Ben cevap verememiştim. Mücadele içinde böyle insanları bulmak mümkündü.
Hayatlarını mücadeleye vermiş, bu yolda yaşamları geçmiş ve hayatlarını kaybetmiş insanlar az değildi. Bunlara deformasyon olarak bakmak imkansızdı. Toplumsal sorunlar vardı ve toplumsal muhalefette olacaktı.
Yazının Diğer Bölümleri için;