Hatice Dökmen’in ikinci romanı Kum Gibi, Mayıs 2020’de Destek Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Raflarda yerini almasının üzerinden iki ay geçmeden ikinci baskıyı yaptı. Romanda değişken, inişli çıkışlı ruh halleri, arayış, kurgulanmış bir gelecek düşünün ardında sürüklenirken iç sesini bastırmaya çalışan gençler, geleneksel olanla modernin çatışması, arada kalmışlık, göç, yersiz yurtsuzluk, insanlara dar gelen mekânlar, dar mekânlara sığamayan insan hikâyeleri anlatılıyor. Delikli Dağ’ın gazabından kaçıp suyun dibine sığınan Dara ve gelecekle ilgili büyük düşleri olan Meryem’i merkeze alan Kum Gibi’yi yazar Hatice Dökmen’le konuştuk.
Romanınız yayımlanır yayımlanmaz ses getirdi. Kutluyorum. Sizi yakından tanımak isteriz. Kimdir Hatice Dökmen?
Hatice Dökmen öncelikle iki kızın annesi, dört torunun anneannesi ve kaybettiği eşinin geride bıraktığı anılarıyla yaşama devam eden bir kadın. Bunların yanı sıra azıcık da “yazanım” diyebilirim. Yazanım, diyorum çünkü ayak izlerinden yürüdüğümüz Ernest Hemingway bile “Hepimiz kimsenin asla usta olamayacağı bir zanaatın çıraklarıyız,” demişken “yazarım” demek bana oldukça iddialı geliyor. Buna, yazma yolunda bir hayalimi gerçekleştiriyorum, da diyebilirim.
Herkesin yazma yolculuğu farklıdır. Siz bu yola nasıl girdiniz, yolculuğunuz süresince nelerle, kimlerle karşılaştınız, bu gizemli yolculuğu okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
Çocukluğumdan beri hayranlık duyduğum yazarların izinden giderek kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Edebiyat yolculuğum şiirle başladı. Karaladığım dizelerimi ilk defa bir sitede paylaştığım zaman elim ayağım titriyordu. Sanki herkes beni izliyordu ve ben o insanların karşısında çırılçıplaktım. Şiir konusunda asla iddialı olmadım. İsmimin başına eklenen şair kimliğini hep abartılı buldum. Şiir benim limanımdı o günlerde. Kıyısında dinlendiğim, içimi döktüğüm, kendimi sağalttığım bir liman. Ama bu dünyanın içine girince her yazanın da bildiği gibi bir kitabı olsun istiyor insan. Bende de öyle oldu ve “Güneşe Saklanmak” isimli şiir kitabım yayımlandı. Böylece bir kitaba imza atmanın kıvancını yaşadım.
Bir süre sonra şiir bana yetmemeye başladı. Çünkü çocukluğumdan beri hayalimdeki yazım türü öyküydü. Öyle ki okuduğum bir öykü kitabını tekrar tekrar okur “Ben bir gün öykü yazacağım,” derdim. Yıllarca hayalden öteye gidemeyen bu isteği gerçekleştirmek için elime kalemi alıp yazmaya başladığımda müthiş bir hayal kırıklığına uğradım. Yazdıklarımı beğenmiyordum. Şimdilerde gökyüzünden beni izleyen eşim; umutsuzluğa kapılmamamı, bunun bir çözümü, bir eğitimi olabileceğini söyledi ama ben ikna olmadım. Demek ki bende yazarlık hamuru yoktu. Eşim bu meseleyi kendi meselesi haline getirip internetten araştırmaya başladı ve sonunda bir yazarlık atölyesi bulup oraya gitmemi teklif etti. Ben hâlâ olumsuz bakıyordum ama inanmasam da atölyeye gittim. İşte o andan sonra yazma yolundaki gerçek çalışmalarım başladı. Atölyeler mabedim gibi olmuştu. Mekân neresi olursa olsun oranın atmosferi beni başka bir dünyaya götürüyordu. Saatler geçmesin, atölye bitmesin istiyordum. İlk yılın sonunda “Sağır Kurbağanın İzinde” adlı kitabım yayımlandı. Bu arada şiirlerim de birikmişti. Hızımı almışken ikinci şiir kitabım “Sığ Sulardan Okyanusa” adlı kitabım da yayımlandı.
Üç yıl boyunca o atölye senin bu atölye benim koşturdum. Atölyelerin hem sağaltıcı hem öğretici yanı mıknatıs gibi beni kendilerine çekiyor, oralarda geçirdiğim zaman, ürüne dönüşüyordu. Bu çalışmalardan yeni bir kitap daha doğdu: Gri Çığlık. O günlerde Cumba Kültür ve Sanat Platformu’ndan bir teklif aldım. Yazarlık atölyesi eğitmenliği yolculuğum da o zaman başladı. Atölyelere olan düşkünlüğüm kimlik değiştirmiş oldu. Eğitmen olmak beni daha da tetikledi ve ilk romanım “Salı Ertesi” ortaya çıktı. Sonrasında bir duraklama dönemi yaşadım. Aslında buna duraklama dönemi de denmezdi. Devamlı okuyor, kendime yeni bir dil, yeni bir üslup bulmaya çalışıyordum. Yeni yazarların ve geçmiş dönem yazarlarının tekniklerini araştırıyordum. Her geçen yıl biraz daha kabullenilebilir hale gelen kalemimle bir öykü dosyası hazırladım. Bu dosyadaki “R’leri Söyleyemeyen Çocuk” adlı öyküm Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen öykü yarışmasında birincilikle onurlandırıldı.
İlk defa bir dosyamı iki yıla yakın beklettim, çünkü uygun bir yayınevi arayışı içine girmiştim. Bu arada boş durmuyordum. Uzun zamandır üzerine çalıştığım bir roman dosyam vardı. “Kum Gibi” adlı bu dosyaya ara ara dönüp onu ete kemiğe büründürmeye çalışıyordum. Demlenme dediğim süreç altı yıl sürdü. Bu demlenme sürecinde Rusya’nın Türkiye’ye uyguladığı ambargo devreye girdi. Ne alaka gibi bir soruyla karşılaşabilirim şu anda. Şöyle ki romanım yakın dönem romanı sayılır. Hikâye Alanya’da iki yaz sezonunda geçen olayları kapsıyor ve sahillerin kum gibi turist kaynaması lazım. Dolayısıyla Alanya sahillerinin sinek avladığı bir dönemde bu dosyayı bitiremezdim. Böylece yeni bir zaman aşımına daha uğradı. Romanın hikâyesi 2019’un Ağustos’unda bitiyor. Hâsılı biraz daha gecikip 2020’ye bıraksaydım bu sefer Covit 19 devreye girecekti ve benim roman en az bir sezon daha ileri atılacaktı. Bu dosyamın böyle garip bir hikâyesi var ama sadece bundan ibaret değil hikâye. Bu romanı kafamda ilk tasarladığımda eşimle Alanya’da tatildeydik. Tarih 2014, aylardan temmuz. Tatil dönüşü bir roman yazma atölyesine gidecektim ve orada bir roman çalışması yapacağımızı biliyordum. Tam da yerine gelmiştim sanki. Dara ve Meryem roman kahramanları olarak bana gülümsüyorlardı. Gerek otel çalışanları ve gerekse kıyıdaki şezlongcu gençler oldukça ilgimi çekiyordu. Onları yazmam gerektiğini düşündüm. Onlarla uzun uzun sohbetler ettim, notlar aldım. On günlük tatilin sonunda kahramanlarım hikâyelerini yazdırmaya çoktan hazırdı. Eve döndüğümde atölyeye başladım. Otuz günlük bir atölyeyeydi bu. Zaten kahramanlarım, olay örgüsü ve mekân belliydi. Ağustosun sıcağında dur durak bilmeden yazdım. Otuz günde bitmesi gereken elli bin kelimelik taslağı yirmi üç günde bitirdim. Üstelik konusuyla, kurgusuyla, kahramanlarıyla tam bir roman taslağıydı. Sonrasında altı yıl boyunca ara ara başına geçip çalışmalar yaptım. Bu dosyanın üzerinden bir öykü kitabı “Gri Çığlık” ve bir roman “Salı Ertesi” geçti. Yakında yayımlanacak olan öykü dosyam “Kemik Çayı” da cabası.
Yazma yolculuğunuzu bizimle ayrıntılı olarak paylaştınız teşekkür ederiz. Bu yolculuğun bir de yola çıkma nedeni, bir meselesi olmalı. Kum Gibi’nin meselesi nedir, diye sorsam.
Romanın meselesi toplum gerçekleri. Kitabın geneline bakıldığında bir aşk romanı gibi görünse de ülkemizin ekonomik, kültürel ve politik durumları da kitabın meseleleri arasında. Doğu’da yaşanan sorunlardan kadının toplumdaki yerine, Türkiye’nin o dönemlerdeki siyasi durumundan turizm sektörünün perde arkasına, toplumun içine işlemiş olan kolay yoldan köşe dönücülüğe kadar her konuyu satır aralarında işledim. Toplumun ve özellikle kadınlarımızın, kabuğunu kırmaya çalışırken cehaletten doğan yanlışlarının altını da çizdim.
Kitabınız çok paylaşıldı sosyal medyada, kısa sürede ikinci baskıyı da yaptı. Okurlarınızdan nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?Okur sevdi mi Kum Gibi’yi?
İşte bu sorunun yanıtı bana oldukça yeni duygular yaşatıyor. “Kum Gibi” yirmili yaşlarda iki gencin hikâyesi. Kitaba dönüşler de sanki doğru orantılı gibi en çok o yaş gruplarından oluyor. Özellikle İnstagram hesabımın mesaj kutusu gençlerle doldu taştı. Grup okumaları yapmak isteyenler, imzalı kitabım karşılığında sayfalarında paylaşacaklarını dile getirenler gibi gibi pek çok genç bana yazıyor. Kitabı okuduktan sonra dönüşleri de beni bir hayli gururlandırıyor. Yeni kuşağın yüreğine girebilmek, beğenisine ulaşabilmek beni oldukça mutlu ediyor. Düşünsenize imzalı bir kitap için yazan yüzlerce genç. Bunlar genelde üniversite öğrencisi gençler. Dolayısıyla anne-baba eline bakıyorlar ve bir kitap almak onlar için büyük külfet. Meğer İnstagram, kitap aşığı birçok gençle doluymuş. Tabii ki bütün bunları yaşayınca gençlikten gelecek adına daha da umutlanmaya başladım. Bu benim hiç unutmayacağım bir deneyimim oldu.
Romandaki “Delikli Dağ” efsanesi kitabın en ilginç bölümü benim için. Çok da gizemli. Hatta tek başına bir roman konusu, diyebilirim. Bu bölümün dili de bu gizeme uygun. Bu efsaneye ilişkin ne söylemek istersiniz?
Delikli Dağ efsanesi benim için de çok özel. O efsane ile romanın bütünlüğünü sağladığımı düşünüyorum. Dara’nın ninesinin ballandıra ballandıra anlattığı o efsane ve ninenin dili bana farklı bir haz veriyor.
Her yazarın ve okurun çok beğendiği, etkilendiği, eserlerinin anası, atası saydığı yazarlar vardır. Sizin Türk ve dünya edebiyatından en çok etkilendiğiniz yazarlar kimler?
Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Bekir Yıldız gibi toplum gerçekleri üzerine dirsek çürütmüş yazarlarımız benim yol göstericim oldular. Onlar kadar iyi olmam mümkün değil ama yollarından yürümem bile benim için kıvanç verici. Bunların yanı sıra Sait Faik, Oğuz Atay, Hakan Günday, Latife Tekin, Ayfer Tunç, Mine Söğüt ve adı şu an aklıma gelmeyen Türk edebiyatına adını yazdırmış pek çok yazardan etkilendiğimi söyleyebilirim. Dünya edebiyatına gelince başta Jack London olmak üzere Jose Saramago, Virginia Woolf, George Orwell, Sadık Hidayet , Harper Lee, Trevanıan, Stefan Zweig, Franz Kafka gibi sevdiğim, beni etkileyen pek çok yazar sayabilirim.
Romandaki “Delikli Dağ” efsanesi zihnimde döndü durdu ve kimi sorulara yol açtı. Onları size de sormak istiyorum. Özelde edebiyatın, genelde sanatın hafızayı tazelemede, üstü örtülenleri, unutulanları yeniden gündeme getirip bilince çıkarmada ve dolayısıyla toplumu değiştirip dönüştürmede nasıl bir işlevi var, ya da var mı? Olmalı mı? Ne dersiniz?
Kesinlikle edebiyatın toplum düzenine, işleyişine karşı bir işlevi olmalı ve bu işlev satır aralarında yerini almalı diye düşünenlerdenim. Yani yazan kişinin bu anlamda bir duruşu olmalı. Yazmaya başladığım ilk metinlerimden beri bunu hep yapmaya çalıştım. Umarım doğru anlatabilmişimdir. Örneğin kadın olmanın makûs talihi gibi görünen tecavüzler, cehaletten kaynaklanan ve hasırın altına süpürülerek yok sayılan derin yaralar, doğar doğmaz yaşlanan çocuklar, kabuğunun içinde yok olan analar, abartılmış erkek egosuyla kendini tüketen erkekler bütün yazdıklarımda hep meselem ve kavgam olmuştur ve bunları göstermeyi seviyorum.
Adalet Ağaoğlu romanın bir arayış, yeni insanın arayışı olduğunu söyler. Buradan yola çıkarak şöyle sormak istiyorum. İlk romanınız Salı Ertesi’nde aradıklarınızı buldunuz mu, Kum Gibi’de neyin arayışındasınız?
Salı Ertesi benim ilk romanımdı. Yazma yolculuğunu da hatırlarsın. Aziz kendiliğinden gelip içime çöreklenmiş, sonunda kendini yazdırmıştı. Üstelik çok kısa bir sürede. Tam da burada Adalet Ağaoğlu’nun da dediği gibi yeni insan arayışıydı tüm çabam ya da tüm çığlığım demeliyim belki. Aziz gibi nice çocukların hayatlarına dokunup onlara daha temiz bir dünya sunabilme çabası, arayışı. Kaba bir tabir olsa da demeden geçemeyeceğim. Yaşamlarının içine edilmiş, canlı canlı hiçliğe gömülmüş nice çocukların sancıları üzerinden yeni pırıl pırıl çocuklara gitme çabası. Kum Gibi’de de aynı dava içindeyim. Geleceklerini ayakları yere basmayan hayaller üzerine kuran gençlerimizin büyü, sihir gibi safsatalarla paslanmış beyinlerini işaret ederek yeni, eğitimli bir gençliğin ayakları yere sağlam basan hayallerinin peşinden koşmalarını istiyorum. Siyasetin, ekonominin, kültürel değerlerin arasında sıkışıp kalan toplumun yaralarına parmak basarak müreffeh bir ülke insanlarına varmaya çalışıyorum.
Ursula Lee Guen “Yazar ve okur, bir dünya yaratırken iş birliği yapar,” der. Ne dersiniz Lee Guen’in bu sözü için? Var mıdır böyle bir işbirliği? Siz nasıl bir işbirliği içindesiniz okurla?
Kesinlikle var diyorum. Zaten onun için edebiyat diğer sanatlardan bir noktada ayrılır. Angela Carter de “Bir kitabı okumak, onu kendiniz için baştan yazmak gibidir,” der bu konuda. Yazar metnini hep okurun gözüyle görmeye, okurun diliyle anlatmaya çalışır. Okur da yazarın rehberlik ettiği yolculukta kendi dünya gözünün görebildiği oranda, kendi dilinin zenginliği boyutlarında metnin içine girer. Bazen öyle olur ki yazarın aklına gelmeyen, görmediği birçok detayı okur görür. Bu konuda “Her Okur Kitabı Yeniden Yazar” başlıklı bir denemem var. Bir metin yazardan çıktıktan sonra okurla bütünleşir ve zenginleşir.
Bildiğim kadarıyla üçüncü öykü kitabınız yolda. Yakında o da okuyucuyla buluşacak. Roman ve öykülerle eşzamanlı olarak yola devam ediyorsunuz. Peki neden roman ya da neden öykü desem?
Öykü benim olmazsa olmazım. Çocukluk düşlerim. Kısacık bir metnin içine bir dünyayı sığdırmak bana oldukça keyifli geliyor. Öykü bulmaca gibidir bence. Satır aralarına gizlenmiş duyguyu, gerçekliği, anlatılmayanı görmek bulmaca çözmek değildir de nedir ki? Romana gelince, bu yazın türü bende kendiliğinden gelişti. Roman yazmaya dair hayallerim yoktu. Roman türüne kapıyı açan “Salı Ertesi” adlı kitabım oldu. Zira o günlerde öykü adına ne yazsam kahramanım Aziz’e çıkıyordu. Yazdıklarıma göz attığımda Aziz’i yazmadan ondan kurtulamayacağımı anladım. Bu deneyimi yaşamak bana iyi geldi. “Salı Ertesi” okura ulaştığına göre “Kum Gibi”de pekâlâ ulaşabilirdi. Böylece kendimi iki roman yazanı olarak buldum. Roman çok daha kapsamlı ve üzerinde çok çalışılması gereken bir edebiyat türü ama o kadar da keyif verici bir yazım türü.
Adettendir, hep sorulur. Ben de sorayım. Şimdilerde tezgâhta neler var?
Şu an mutfaktaki “Kemik Çayı” adlı öykü kitabı sanırım kışa doğru çıkar. Bunun yanı sıra malum Pandemi dolayısıyla karantina günleri yaşadık ve yaşıyoruz. Pandemi’nin başladığı ilk bir buçuk ay Antalya’daydım. Herkes için zor olan o dönemler benim için de zor geçiyordu. O günlerde bir kahraman geldi oturdu içime. Çok iyi bilirim o kahramanların huyunu. Başköşeye kurulup yazmamı beklerler. Bu kahramanım arıza bir kadın. Durmadan kulağıma fısıldayıp tüyolar veriyor. Henüz taslak yok ortada, sadece notlar alıyorum. Deneyimlerime bakarak o da bir gün kendini yazdıracak ama ne zamana bilmiyorum.
Her yazarın kendince bir yazma nedeni var. Örneğin Sait Faik “Yazmasam deli olacaktım,” der. Siz neden yazıyorsunuz?
İşte en zor soru yine karşımda. Bunun en kestirme yolu çocukluğumdan beri rüyalarımı süsleyen hayallerimi gerçekleştirmek istiyorum, demek ama tabii ki hepsi bundan ibaret değil. Doris Lessing “Mutsuz çocukluklar, romancıları yaratır,” der. Belki yazan olmamın altında böyle bir şey yatıyordur. Didem Madak ise “İnsan yarası yarasına yakın olanı sever,” der. Belki çevremdeki yaralarla kendimi özdeşleştirmiş olmam beni yazmaya itmiştir. Scott Fitzgerald “Bir şeyler söylemek istediğiniz için yazamazsınız; yazarsınız çünkü söyleyecek bir şeyleriniz vardır,” der. Benim de söyleyecek çok şeyim var, hayatla bir meselem, kavgam var. Herkesin duymasını istediğim isyanlarım var. İşte asıl bu yüzden yazıyorum.
Son dönemde yazan sayısında artış var sanki. Her gün yüzlerce yeni kitap basılıyor. Bu kadar çok kitap ve bu kadar çok yazar. Bu durum bir yönüyle umut verici. Demek herkesin bir meselesi, söyleyecek, kitlelere ulaştırılacak bir sözü var, diyoruz; ama bir başka yönden baktığımızda niteliğin düştüğünü görüyoruz. Siz ne dersiniz bu konuda?
Ben bu durumdan hiç rahatsız değilim hatta aksine daha da çok olsun derim. Bildiğimiz gibi ülkemiz okuma özürlü bir ülke. Eğer bir insan yazan olmaya soyunmuşsa okuması gerekir. Hem de öyle böyle değil bir kütüphane dolusu kitap okuması gerekir. Durum böyle olunca en azından başkaları ne yazmış, nasıl yazmış diye yazan kişi okumak zorunda. Sonuç olarak da çok yazan olması demek çok okuyan olması gerçeğini ortaya çıkarır. Tabii ki hiç okumadan yazar kimliğini üstüne giyen pek çok insan olduğunu da yok sayamam, ama bence istisnalar kaideyi değiştirmez. Nerede olursa olsun bıkmadan usanmadan söylüyorum. Özellikle kadınlarımız yazmalı. Çocuklarımıza mutlu bir gelecek sunmak istiyorsak öncelikle kadınlarımızı eğitmeli, onları mutlu görmeliyiz.
Discworld’un yazarı Terry Pratchett’ın da dediği gibi “Yazmak, kendi başınıza yapabileceğiniz en zevkli şeydir.” Yazmak kendi kendini iyileştirmektir. Üstelik yazmanın öğretici yanını da yabana atmamak gerek. Adalet Ağaoğlu bu konuda şöyle der, “Bir yazar için yazmak eyleminden daha öğretici bir şey yok.” Sonuç olarak ne adına olursa olsun öncelikle kadınlarımızın yazması konusunda çok ısrarcı ve umutluyum.
Zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız, bizimle sanatsal yolculuğunuzu ayrıntılı olarak paylaştığınız için teşekkür ederim. Bu yolculuk, çok uzun sürecek ve yeni eserleri okurla buluşturtacak keyifli bir uğraş olmaya devam edecek gibi görünüyor. Başarılarınızın devamını dilerim. Yolunuz açık yolculuğunuz verimli olsun.
Bir cevap yazın