Şükrü Erbaş’ın her anımsadığımda beni etkileyen düşündüren dizeleri şöyledir: “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin/ Biçimini alıyoruz.”
İnsanlar yaşamları boyunca bir biçimde, genellikle başkalarınca çizilen sınırlar içinde yaşarlar.Tüm dinler, mezhepler, düşünce sistemleri, devletler, yönetim erkleri, zamanla oluşan gelenek görenekler, insanları belirli sınırlarla kuşatırlar.
Çok kısıtlı bir zaman dilimi var elimizde. Hayatımız dediğimiz bu sürenin tamamı bizim mi? Bu kısa ömrümüzde ne kadarını kullansınlar diye başkalarına isteyerek, ya da istemeyerek veriyoruz acaba? Kaç yılını kiraya verdik? Kaç yılı işgal edildi? Ne kadarını biz kullanıyoruz? Yaptıklarımıza ait kararların ne kadarını biz verdik? “Hayatımdaki her şeyi ben yönetiyorum. Ne istiyorsam, ne düşünüyorsam, ne arzu ediyorsam ona göre davranıyorum.” Ya da, “Tüm kararlar benim fikrime göre alınır.” diyebilen var mı? Pek rastlamadım…
“Aman kırmayayım” diyerek, sabrederek, katlanarak, iyi niyet göstererek, çark ederek, “onlara” , göre davranarak, fedakarlık ederek ve içimizden gelmeden yaptıklarımızın ne kadar çok olduğunun farkında mıyız? Ve bunun sıkıntısını yaşamıyor muyuz? Elbette yaşıyoruz… Dilediğimiz gibi yaşadığımızı sandığımız hayatlar, gerçekten arzu ettiğimiz ve yaşadığımız hayatlar mıdır? Değil…
Demek ki hayatımızın tek yönetmeni biz değiliz. Aile, toplum, tabular, kurallar, kanunlar, inançlar, gelenek-görenekler, çevre, töreler, değer yargıları vs… bizi yönetmede epeyce etkililer. Bazılarına uyma zorunluluğunu bir kenara koyalım. Hayatımızın en büyük yönetmeni, patronu ve de kendimizi beğendirmek, onaylatmak zorunda olduğumuz büyük jürisi kim? Tabii ki o, bu. Yani elalem…Daha çok onun sesini dinleyerek, telkinlerine kulak kabartarak kendi hayatımızı değil başka bir hayatı yaşıyoruzdur aslında. Kendimiz olmaktan vazgeçiyoruz. Başka bakışlara göredir davranışlar. Çünkü yönetmen biz değiliz bu durumda. İnsan toplulukları, geniş halk yığınları, el ele vererek içine kapatıldıkları sınırları kaldırmaya çabalamak yerine, birbirlerini kendileri için çizilmiş sınırların içinde tutmak için yarışırlar.
Nice hayatlar bu baskı, zorbalık, yasak ve diretmelerle harcanıyor bu yolla. Sonsuz olmayan, bize bir armağan olan hayatımızı bu sahnede oynamak için niye kendimiz yönetmiyoruz? Bunun tabii ki bir karşılığı var. Değiştirmek, çizgi dışına çıkmak, alışılmışın dışında davranmak, reddetmek; bildiğin, düşündüğün yolu takip etmek, sıra dışı davranmak, zihnine ve yüreğine göre yaşamak mutlaka bir bedel ödetir. Diğer türlü yaşarken de ödemiyor muyuz? Ödüyoruz. Hiç olmazsa yönetmen sen olduğunda daha mutlu olmanın yanında, yaptıklarınla toplumsal değişime bir katkın olur. Hayatımızı yönetmeyi beceremezsek, bizi yönetirler. Değiştirmeyi sağlayamazsak, bizi değiştirirler. Her şeyden önce, başlangıçta, “Hayatımın sahibi kim?”, diye soracaksın kendine. Koşulların mı? Ünvanın mı? Paran mı? Korkuların mı? Sahip olduğun diğer şeyler mi? Şikayetçiysen teslim olma. Sınırlar içinde yaşayan bireyin kendisini gerçekleştiremeyeceği, kendisi olamayacağı açıktır.Kendileri gibi değil, sınırları içine girdikleri nelerse, onlar gibi yaşamanın tutsağı olurlar.
Hayatının anlamını sen seçeceksin. Rahatlığın üstüne yatarak, fırsatçılıkla beklenti içinde olarak, idare etmeye çalışarak değiştirmeye çalışmak hayaldir. Zincir kırmadan esaretten kurtuluş olmaz.
Bir cevap yazın