Borges’in “…hafızam bayım, sanki bir çöp yığını” dediği noktadayım. Ne geçmişin kalıntılarıyla şimdiyi yaşayabiliyorum, ne de geleceğin beyaz sayfasına değiyor kalemim. Önüm flu, adım atsam tanıdık bir acıya denk geleceğim. Dursam –ki duruyorum- ah bu gölgem ne fena! Ortadayım; geceyle gündüzün arasına sıkışmış bir saat…
Artık kendimi toparlamaya çalıştıkça daha çok dağılıyorum. Su akınca kap dolar sanıyorlar; deliklerim var, anlatamıyorum. Sussam utanç, konuşsam uçurum. Sahi, nereden başlamalı? “Bugün her şeye sıfırdan başla” gibi afili bir cümleye sığınmak kazanç mıdır, yoksa bir şeylerin kaybı mı? İnsan bir şeyler kaybederek bir şeyler kazanır mı?
Dışarıdan bilmez insan. O, bacadan tüten dumana bakar, içinin sıcak olduğuna kanar. Oysa yanan nedir, hangi yanımdır, bir ben bilirim. Anlatmaya kalksam, tükenirim. Zaten uzun süre dışarıya susup sadece kendimi dinlediğimden, kendimle konuştuğumdan beri kelimelerin ne denli değerli olduğunu anladım. Her an tükenebilir korkusuyla cümlelerini idareli kullanıyorum başkalarında. Sustukça birikmiyorum ama azalmıyorum da.
Hayat sızlanmaları dinleyemeyecek kadar meşgul. Her inilti kendi bedeninde yankılı. Eskiden sustuklarımı içime atardım, artık içime attıklarımı yazıp yazıp siliyorum. Yüreğimin derinlerinde kayboldum; tanımadığım bir yalan şeker uzatsa hemen kanacağım.
Bir çıkış yolu arıyorum, kabuğundan sıyrılış; kendimi kendimden kurtarabileceğim bir el. Aslında çok değil, akıp giden kaygıların birinin eteğinden yakalasam, savrulsam peşinde. Bir şeyleri düzeltecek bu esinti, biliyorum.
“Yeni başlangıçlar yapabilmen için, geçmişin ile bir uzlaşmaya varmalısın” diyor kişisel geliş-im kitapları, bir çözüm sunuyor gidişime. İyi de edilen onca gelmişli geçmişli küfürden sonra, affeder mi beni geçmiş?
Sanmıyorum!
Bir cevap yazın