‘’Zaman hiç kaybolmaz, kaybolan sadece biziz’’
Ayağa kalkmasıyla beraber dünyası tepetaklak oldu. Başı hiç öyle dönmemişti daha önce. Ayrıca o kadar ağrımıştı ki. Tepedeki güneşten mi yoksa yere düşüp kafasını mı çarptı bilemedi. Bilinci tekrar yerine gelince şok oldu. Gördüklerine inanamadı. Her şey ama her şey yıkılmıştı, harabeye dönmüştü. Bu nasıl olabilir dedi içinden. İlk olarak şiddetli bir deprem ihtimalini düşündü. Ama o neredeydi bütün bunlar olurken? Dünyasını değiştiren bu depremi nasıl hissetmemişti? Acaba ondan mı yerde uyandı? Ailesi, arkadaşları, sevdikleri hayatta mıydı? Eğer hayatta değillerse, yalnız kalmışsa ne yapardı tek başına? Aklından binlerce soru geçti bir anda.
Tuhaf giyimli insanlar şehrinin korint sütunlarına ilgiyle bakıyor, ellerindeki kendileri kadar tuhaf nesnelere gösteriyorlardı. Daha sonra o tuhaf nesnelere kamera dendiğini ve fotoğraf çekmeye yaradığını öğrenecekti. Çok ilginç gelmişti ilk öğrendiğinde. Belki de fazla gelişmişti onun için.
Kafasındaki karmakarışık düşünceleri arkasında bırakarak eskiden içinde çok mutlu oldukları hanın yolunu tuttu. Ailesi çevredeki hanların birinin sahibiydi. Kimler gelmişti o hana kimler geçmişti. Misafirlerin hikâyeleriyle büyümüştü. Misafir diyordu çünkü müşteri demek ayıptı. Ama aslında geçimlerini sağladıkları bir kaynaktan başka bir şey değildi ailesi için. Bir keresinde müşteri dediği için annesi feci bir şekilde azarlamıştı onu. Aklına annesi ve babası geldi. Ne kadar uğraşırlardı güçlü bir kadın olmaları için. Hep şehirdeki diğer erkeklerden zeki olduğunu söylerlerdi. Dönemin en bilgili öğretmenlerinden ders alması için ne kadar uğraştıklarını hatırladı. Hiç itiraz etmezdi. Aksine ailesinin şehirdeki diğer kız çocuk ailelerinden farklı olması, ona destek olmaları çok hoşuna giderdi. Çok severdi okumayı. O kadar severdi ki kütüphanede yatıp kalktığı çok olmuştu.
Şehirdeki herkes agnostis derdi ona. Bu düşünceler kafasından film şeridi gibi geçerken kütüphanenin önüne geldiğini fark etti. Gerçi kütüphane denmezdi oraya. Oraya kütüphane denmesi kütüphaneye ayıp diye düşündü. Şu ana kadar en üzüldüğü an buydu sanırım. Belki ağlamıştı bile. İçinde kitap olması lüks gibi gözüktü ona. Bırakın kitapları, rafları duvarları bile yıkık döküktü. İşte o an sevdiklerini bulamayacağını anlamıştı. Ama içinde bir umut yola devam etti. Yolda tanıdığı bir kişiyi bile görmedi. Tanıdık bir sima bile yoktu. Dindar biri değildi. Ama o gün bilmediği duaları bile ettiğini düşündü. Hanın önüne geldiğini anlamadı bile. Şehrin haritasını bilmese anlamazdı yani. Kocaman bir çukur vardı. Bu kadar. Anlamlandıramadı bile. Başka bir şey yoktu. Başı tekrar dönmeye başladı. Bu sefer tutamadı gözyaşlarını. Kenara çöküp gözlerini kapattı. Ne yapacağını bilmiyordu. Kimsesi ama kimsesi yoktu. Gidecek, kalacak bir evi de yoktu. Parası yoktu. Satacak, değiş tokuş yapabilecek bir şeyi bile yoktu. Yapayalnız kalmıştı. Şimdi ne yapacağını bile düşünemiyordu. Bari Fedora olsaydı yanımda diye düşündü. Fedora hanın aşçısının kızıydı. Birlikte, kardeş gibi büyümüşlerdi. Her şeyi beraber yapar, birbirlerine her şeyi anlatırlardı. Keşke yanında olsaydı Fedora. Bütün bu düşünceler aklından geçerken sırtında bir elin varlığını, sıcaklığını hissetti.
Yazının 2.bölümü için tıklayınız.
Yazının 3.bölümü için tıklayınız.