‘Açılan her bir düğme bir sırrı açığa çıkarır, samimiyet seviyesini bir derece arttırır.’
Güneşli bir günde, İtalya’nın doğusundaki ortaçağ kasabası Santarcangelo’da bir müzedeyim. Girişteki yazıyı, hiç kimse bana yakıştırmasa da benim vazgeçilmezim olan siyah kemik çerçeveli gözlüklerimin üzerinden, gözlerimi hafif kısarak tekrar okuyorum. Fark etmeden gülümsüyorum. Şaşaadan uzak ama kendince iddiası olan böyle küçük müzeleri seviyorum. Biz meşgul ve budala insanların günlük koşturmacalarında önemsemediği o kıymetli detayları bir araya getiren özenli bağışçılarına saygı duyuyorum. Eğer dinlemek ve görmek istersek; yan yana dizilmiş, herkese ait ama bir o kadar da kimsesiz ayrıntılar, bizi bize anlatıyor; tanıklık ediyor…
Gişe görevlisi orta yaşlı kadın çaktırmadan beni süzüyor… Benim gözlerimse, onu önündeki bilgisayarın tuşlarına basamayacak kadar zorlayan kırmızı ojeli uzun tırnaklarında. Bakışlarımız boşlukta buluşuyor; o beni ayağımdaki eski kışlık postallarımla kabul ediyor, ben onun platin sarısı saçlarıyla barışıyorum. Bir anda birbirimize anlamsız bir coşkuyla gülümsüyoruz. Biletimi uzatırken, sır verir gibi kısık bir sesle ‘Picasso’nun Coco Chanel için tasarladığı parçayı atlamayın sakın…Ha bir de savaşta tahta bir kaşıkla takas edilen altın düğmeyi…’ diyor.
Loş salona giriyorum. Gürültülü, korkulu kalabalıkların dünyası artık dışarıda. Her şeyin sıradan olduğu vasat gerçeklikten demir alıyorum; beynimdeki ırgatları harekete geçiren bu atmosfer çakılı kaldığım yerden beni kurtarıyor ve kralların, sultanların, papaların, moda tasarımcılarının yer aldığı büyülü bir geçmişe doğru yolculuğa çıkarıyor. Anlam arayışıma, çabama bir halka daha ekliyorum. Başkalarının anılarında, farklı diyarlardaki hikayelerinde gezinirken kendi hikayemi yaratacağım günü hevesle bekliyorum.
Bir cevap yazın