Adam sabah gözünü açar açmaz karşısındaki dağınık masayı, masada dünden kalma şarap kadehini ve kadehteki ruj izini gördü. Kadının dudağının tüm detayları ayrıntısıyla sanat eseri gibi kadehe işlenmiş kırmızı ruj izi, kadının sesinden ona günaydın dedi adeta.
Kalbi onu görmüş gibi çarptı tatlı ritimlerle, sonra bir acı derin nefes cekti ciğerlerine ve yine de gülümsedi kadını hala tüm canlılığıyla dün geceki yerinde hayal ederken… Çok az uyumuştu, daha bir kaç saat önce dalmıştı uykuya ama kendini dinlenmiş hissediyordu, manzarası insan gözünün alabildiğince irili ufaklı evlerden oluşan penceresinin perdesini açtı. Saate baktı sabah 7 yi gösteriyordu. Pazar sabahının sessizliği kaplamıştı tüm şehri. Soğuk kış günlerinde iliklerine kadar buz tutan bu apartman dairesinin 6. katında oturmasının tek nedeni ucuz kirası değildi sadece, aynı fiyata bulabileceği çok daha konforlu yerler dururken 7 senedir oturduğu bu evi seçmesinin nedenlerinden en önemlisi işte bu manzaraydı. Bu sürekli tamirat isteyen evi onarmak, yeniletmek de adama garip bir haz veriyordu ayrıca. Kendi yaşamında karşısına çıkan her yıpranmış şeye davrandığı gibi davrandı eve ilk günden itibaren. Onu iyileştirirken kendi yaralarını da iyileştiriyordu adeta. Ev sahibi durumdan memnun olduğundan zam dahi yapmıyordu 5 senedir.
Dağınık masaya dalıp gitti yeniden. Masada duran kadehi eline aldı, ruj izini henüz aydınlanmaya başlamış gün ışığına tuttu. Kendi kendine düşünmeye başladı sonra; “Senin bütün gece elinde sıkı sıkı tuttuğun şarap kadehin, içinde yarım bıraktığın senin şarabın ve senin dudaklarının izi… Senden bana kalan son hatıra işte bu kadar; bir kadeh, kadehte kalan bir kaç yudum şarap ve işte bu dudaklarınının ele verdiği suç mahalinde kriminal bir kanıt oluşturacak olan ruj izin.” Acı bir gülüş yerleşti çehresine…
“Senin şarabın… Senin… Bunu sonsuza kadar saklayabilirim!”
Koklamaya yeltendi istemsizce. Kokusu yine tiksindiriciydi. Sevmezdi içkiyi. Şarap onun için; düzen bozucu, aile dağıtıcı, çocuk yaralayıcı, içen kişiyi yabanileştirici hasta edici gibi anlamlara karşılık geliyordu, çağrıştırdığı hiç bir olumlu duygu yoktu. Kadehin yanı başında duran şişeye gözü ilişti sonra, sanki bütün her şeyden şişe sorumluymuş gibi eline alıp hırçın bir halde mutfaktaki lavaboya döktü bir anda şisedeki tüm şarabı. Şarabın keskin kokusu tüm mutfağı sarmıştı bir anda. Nefretin kokusuydu bu.
Diğer elinde belirgin ruj izinin olduğu kadehi tutuyordu. Durdu ve baktı kadehe ve kokladı içindeki yarım şarabı yine istemsizce. Onun kokusunu arıyordu aslında ama şişedeki o kötü koku hafızasındaki o güzel kokuyu bastırıyordu adeta… yoktu burda onun kokusu! Unutmamak için hafızasındaki o güzel kokuyu uzakta tuttu kadehi kendinden.
“Hayır hayır sana ait değil tabiki bu şarap! Diğerleri gibi kötü kokan basit bir şarap işte… Tüm gece göğsüne bastırdığın, yerinde olmak için karşında çıldırdığım kadeh… ve üstünde senin rujunun izi… Kadehe uzaktan baktı, baktı… ve yerine kalbini koymaktan canı yanar bir halde gozleri dolu dolu kadehdeki şarabı bir cinayet işliyormuş hissiyle döktü sonra lavaboya… “bu da basit bir kadeh işte” diyiverdi birden. Sertçe mutfak tezgahına koydu kadehi, şarabın kırmızısına bulanmış eli kadehin ince yuvarlak tabanında geziniyordu. Artık acı çekmek istemiyordu. Kurtulmak istiyordu artık sonu olmayan bu sevdadan. Bulaşık makinesini açtı, içine özensizce yerleştirecekken, dondu kaldı birden, dün akşam alaycı alaycı gülümserken hatırladı kadını… Karşısında önemli bir savaşı kaybedip topraklarını teslime hazırlanan yenik bir hükümdar gibi koltuğun kolçaklarına dirseklerini dayamış, olgunlaşmış üzüm salkımları gibi ellerini güçsüzce aşağıya salıvermiş öylece duruyordu adam, bu yenik duruştan ise kadının keyif aldığını adı gibi biliyordu. Başı eğik gözleri kadını takip ediyor vaziyetteydi. Bir teselli arıyordu. Kadın zaferi yıllarca beklemiş, bu uğurda kutsanmış ve çok şey feda etmiş bir komutan gibi dik ve mağrur baktı adama. Affetmedi. Ellerinin arasında tuttuğu şarap kadehi değil adamın kalbiydi sanki. Elleri üzüm salkimları gibi dururken bileklerinden kesip atmak, kırmızı akan kanını sarabı biten kadının kadehine doldurmak gibi çılgınca şiirsel eylemler geçti aklından. Kadın dibindeki azıcık şarabı bir türlü içmiyor, elindeki kadehle bir oyuncak gibi oynuyor sağa sola çeviriyordu. Kah göğsüne bastırıyor kah içindekini dökecek kadar sarsıyordu. Gece bir türlü yerine karar verilmemiş bu basit kadehi adeta kendi kalbinin yerine koyan adam sabah aynı anlamları yüklemekten acı duyduğunu farketti ve artık bu acıyla yaşamak istemiyordu.
“Bu da sana ait değilki!.. Basit bir şarap kadehi işte ama ruj izin… Sadece ruj izin senden bana hatıra olarak kalacak sana ait olan tek şey bu evde belkide….” Tutunmak istiyordu kadına bir taraftan, artık bir daha hiç göremeyeceği gerçeğinin acısıyla yüzleşmekten korkuyordu, hayatında onu sevmekten başka yaptığı önemli bir şey yok gibi sevmişti kadını çünkü. Fakat artık gerçekler, bir cinayet kurbanının denize atılıp yok edilmeye çalışılan cesedi gibi su yüzüne çıkmıştı bir kere. “Hayır hayır unutmaksa niyetim büsbütün unutacağım! Aslında bu ruj izi de sana ait değil biliyorum işte… gün gibi ortada bu… Zafer kazanacağı savaşa hayatını adamış bir askerin kendini saklamak için uğraş verdiği bir çeşit kamuflaş,
Izdırapla dağlanmış bir yarayı kapatmak için çaba harcanmış bir çeşit yara bandı belki, hatta hiç bir gücün yok etmeyi, yıkmayı beceremediği kale surları gibi önümde sapa sağlam duran bir çeşit duvar şu ruj izi… Ne kale surları, ne yara bandı ne kamuflaj gerçek sen değil ki! Seni zafere ulaştıran bir çeşit araç sadece! Senden bana kalan hiç bir şey yok burada aslında… Sen şu kapıdan çıktığından beri hiç dokunmadığım ne varsa hiç biri sana ait değil! Yoksun bu evde ve bu dağınık masada… Bir daha da olmayacaksın bu da besbelli. Yağmalayıp gittin şehrimi, bir daha geri döner misin? Asla! Hep bir şeylerin ardında seni arayıp durmuşum meğer ben. Sen hiç sen olarak karşımda değilmişsin ki. Sen bir yanılsama görüntü oluşturup kendini karşımda yok etmişsin. Ben bir holograma aşık oldum belki de. Senden af dilemeliyim. Ben de tıpkı diğerleri gibi baktım sana. Demek erkekler kadınların iç dünyasını değil dışını görmeye daha hevesli olduğu için kadınlar bu hale gelmiş, demek acı çekmemek için iç dünyasını yok edermiş kadın, görünmedikçe saydamlaşırmış bir görüntü yanılsaması gibi, sonra da holograma dönüşürmüş, en sonunda gök kuşağı gibi rengarenkken gördüğümüz kadınlar yavaş yavaş yok olurlarmış da biz fark etmeden kozmetik imdatlarına yetişirmiş şimdi anlıyorum. Bizim basit yaratıklar olmamızdan kaynaklanıyor bu durum belki de.
Derin düşünemeyen, bir şeyin ardındaki gerçeği görmekten aciz yaratıklar olduğumuz için. Biz basitçe kadınların ardındaki gerçek kendilerini ezip geçerek maddesel olana daha çok odaklandık gittikçe. Onların da, kendilerini dünyada hologram değil maddesel olarak var etmenin yolunu bulduklarını sandıkları, o kadar çok önemsemelerine bir türlü akıl erdiremediğimiz kozmetikte bulmaları bundandı demek? Saydamlaşmak ve sonunda yok olmamak içindi belki tüm çaba. Benim hayatına giren diğer erkeklerden hiç bir farkım yokmuş aslında. Ben de şu ruj izini senin diye bağrıma basacaktım az kalsın, elinde tuttuğun bu bardağa sırf sen dokundun diye gereksiz manalar yükleyip duracak, arkandan yas edecektim. Ben de tıpkı onlar gibiymişim. Yerden göğe haklıymışsın böyle alay edip aşkımı küçümsemekle. Belki hepimiz bu nazarla baktığımızdan oluyordur bütün bunlar. Belki bu sığ bakış itiyordur sizi saklandığınız sahte dünyaya. Gerçekte olmadığınız biri gibi olmaya. Tüm kadınların arkasına gizlendiği kozmetik dünyası bu yüzden bu kadar büyüdü ve bir deve dönüştü demek. İçinde tavır belirleyici eşantiyonlar da var üstelik. Her biriniz o dünyanın içinde hem yeni bir görünüm, hem yeni bir tavır ediniyorsunuz kendinize. Derinlerinizde kuytularınızda olan biteni anlamak mümkün değil. Ruhunuz nerede, nereye kaybolmuş soran yok! Bu karmaşa, bu kalabalık arasında gerçek sizi bulmak imkansız. Üst üste açılmış sekmeler gibi hep yeni bir sayfa açıyorsunuz ama bir öncekini kapatamadığınızdan kilitleniyor hayatınız, duygularınızın karmaşasında kayboluyorsunuz.
Tarayıcılarda hep benzer kelimeler… Sorsak her biriniz aynı cevabı verir, ruh eşinizi aradığınızı söylersiniz. Ruhunuzun eşini ararken ortaya koyduğunuz ruhun peşinde iştahı kabarmış bir kozmetik dünyası ve o ruhsan umut kestiğiniz an satışa çıkarmanızı umutla, sabırla bekleyen her sekmede açılmış çeşit çeşit ruh alım satımı yapan küçük şeytancıkların pazarlama alanı… Ruhunuz ağır geliyor bir süre sonra bu cansız duruşa, satmak değil bir köşede unutup gitmek istiyorsunuz aslında ama allem edip kallem edip satmanız konusunda sizi ikna etmeden çevrenizden ayrılmayan pazarlamacılarla dolu dört yanınız ne olduğunu anlamadan, fark etmeden bir yerlerde üç beş kuruşa satıyorsunuz ruhunuzu. Alıcısını bile tanımadan, ne kadar verdiğine aldırmadan, o ruh sırtınızda gezdirmek zorunda olduğunuz siyam ikizinizin cesedi gibi ağır geliyor size artık. Ruhtan kurtulmakta bir işe yaramıyor, hayatta edindiğiniz tecrübelerinizle zekanızın sizi temkinli, dikkatli hale getirmesi rahatsız ediyor.
Aynaların aksinden alıp makyaj çantanıza bırakıyorsunuz gerçek benliğinizi, hislerinizi, hafızanızı hatta güzelim zekanızı… Kilitleyip gün sonunda yeniden almak üzere kapatıyorsunuz. Bilinçli bir kıyım bu! Her gün yeniden yaşamak zorunda kalıyorsunuz bu yüzden acıtan deneyimlerinizi çünkü ders alıp alıkoyacak hafızalarınız kilitli makyaj çantalarınızın içinde… Onları almak istemiyorsunuz çünkü aksi takdirde sizi engeller acıtan deneyimleriniz, inanamazsınız bir daha basit ve sahte mutluluk verici yalanlara. Yalanlara inanmak istiyorsunuz, zekanızdan, hafızasından, 6. hissinizden sırf bu yüzden nefret ediyorsunuz. Bu sizi ve bizi ayakta tutan bir şey, çok keyif verir yalan, sonunda acıtsa da bir dünya yaşamı miktarı süresince hayatta tutar insanı… Bizleri de yalan söylediğimiz de buna kanacak kadınların olduğuna inanmak hayatta tutuyor bu da çok açık… Bu yalana inanmanız uğruna; şehirlerini, kalelerini, hiç tereddütsüz ayaklarınızın altına seren bir komutan edasıyla seriyoruz hayatlarımızı ayaklarınızın altına… İkisi de vahşice, aciz ve korkakça… Cesur olmak en çok bir kadına yakışırdı oysa. “Anlattıklarının yalan olduğunu biliyorum” diyebilecek kadınlar olsa ortada mesela erkekler bu denli kadınları bu sonsuz gibi görünen girdaba sürükleyemez. Evet var öyle kadınlar ama hemen bu çarkın dışına itildiklerinden seslerini duyamıyoruz. Cesaretlerini el birliği ile kınıyoruz. Sayıları az ve umursanmadıkları için itici geliyor bize… Aslında insan olmayı yaygınlaştıracak, toplumları daha yaşanılır hale getirecek bir donanım ve cesarete sahipler ama bir toplumu daha iyi hale getirmelerinden dolayı düzenimiz bozulacak diye ödümüz kopuyor, toplumu düzeltmektense bozuk olanın konforunda tatlı tatlı ilerlemekten hoşlanıyoruz ve yeni neslin çığlıklarını bastırarak ilerliyoruz. Halbuki samimiyet olsa bir kadın ve erkek arasında. Neden ve niçin eştir insan insana bunu bir öğrenebilseydik her şey saf haline dönüverirdi. Ben işte şu bardaktaki kozmetik izine değil sana bakıyor olurdum belki. Dokunabildiğim, konuşabildiğim, konuştuğunda gülümseyen bir şeyin ardına gizlenmemiş olan, gerçek sana ait… Aslında bütün bunları aklımdan geçirmemiş olsaydım oturup seni hayal eder, saatlerce şu bardaktaki ruj izinle sohbet edebilirdim ama şimdi düşününce her şeyi tüm gerçekliğiyle… bir kozmetik ürünü ile ne konuşabilir ki insan?”
Bütün bunları düşünürken elindeki şarap bardağına değil öylesine uzak bir noktaya bakıyordu. Elindeki bardağı yeni farkediyor gibi baka kaldı ve hemen bardağı eliyle bulaşık makinesine yerleştirdi. Hiç bir izin hiç bir anının bir anlamı yoktu artık. Kendi kendine konuşmanın bir faydası yoktu. Hiç bir alışkanlığın gerçekle ilgisi yoktu. Hiç bir kitap cümlesinin altı dolu değildi. Sevgi hitapları gerçek değildi. “Hayatım!..” seslenişleri çok uzağındaydı artık “Hayatım demenin de, hayatımın da hayatın olmamın da bir anlamı yok” diye geçirdi içinden. Hayatım dememeli kimse kimseye… İnsanın kendi hayatı vardır kimse kimseye hayat bahsetmemişdir ki hayatı oluversin.
Hayat hep benim hayatımdı zaten artık sen ya da bir başkasına bu değerli varlığımı sunmayacağım. Hafiflemişti. Kesilen elleri bir türlü bulunamayan maktulün su yüzüne çıkan cesedini teşhis edip onu artık ait olduğu mezara defnediyor gibi ferah ve hüzün doluydu yüreği. Bu hüzün olması gerekiyordu, bu hüzün lüzumluydu. Ruhu dünyada rahat edemeyen birini ebediyete ulaştırmada içinden gelen son bir güçtü hüzün. Ruhu dünyada rahat değildi, içinde yıllarca büyütüp bir çırpınışta ölen aşkının. Hani bu yırtınarak ağlamak değil de bu ufak hüznün tamir edici bir etkisi vardı hayatın üzerinde. Yara sarıcı, onarıcı bir hükmü vardı hayatımızda. Hüzün bizi olmamız gereken yere ulaştıran bir araçtı. Ölü ruhunu huzura, yaşayanı yurdunda feraha ulaştıran bir vasıta idi hüzün. Doya doya yaşanmalıydı eğer kalbe düştüyse. Ağlamaktan korkmamalıydı insan. Hatırlayıp hüzünlendiğinde acı değil huzur duyabilmek için şarttı hüzün. Gözlerinde toplanmış tüm hüznünü bırakma zamanıydı şimdi.
Sessiz sessiz ağladı. Bir bardak su doldurup kendine kana kana su içip yana yana ağladı. Ağlamak bir zehri atmak gibiydi esasında. Göz yaşında zehir olduğunu düşünüp el bile sürmek istemedi bilinçsizce. Dudaklarına kadar inmesine izin de vermedi. Yüzünü yıkayıp güzelce havluyla kuruladı sadece. Zehirden arınmış gibi ferah hissetti kendini. Gücü kuvveti kalmayan yaralı bir hayvanın son can çekişmesi gibi güçlü ve istemsizce derin bir iç çekti. Yorgun hissetti kendini. Aslında dinlendiğini düşünerek kalkmıştı yataktan fakat bütün bunları düşünüp yeni bir düşünceye, yeni bir bakışa yön vermek yormuştu onu. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen bitkin ve uykuluydu. Kanepeye uzanıp sadece gök yüzünü görebildiği kanepeye uzandı ve seyre daldı sabah serinliğınde uçan kuşları. Kuşların ağır ağır uçuşu iyice uykusunu getirmişti. Uyandığında yeni bir güne tekrar uyanacaktı. Yeni kendine aynada yeniden günaydın diyecekti. Güzelce kendini bıraktı uykuya hiç zorluk çekmeden sabah serinliğinde. “Ah benim nergis kokulu cehaletim…
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim” deyip kapadı gözlerini… Kuşların çıkardığı sesler hariç çıt çıkmıyordu… Saate daldı gözleri 7:30 u gösteriyordu. Kapandı gözleri huzurla…
Bir cevap yazın