“Kamikaze” veya resmî ismiyle “Şinpū Tokubetsu Kōgekitai”, sözlük anlamı itibariyle, II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Pasifik Cephesi’ndeki Japon İmparatorluğu’na bağlı savaş uçakları tarafından, Birleşik Devletler savaş gemilerini batırmak veya tahribat vermek için düzenlenmiş konvansiyonel intihar dalışlarına verilen isimdir.
Bir başka ve basit deyişle, “kamikaze pilotu” demek “Kendini ölüme teslim etmiş pilot” demekti. Japonya’da İkinci Dünya Savaşı esnasında çoğu delikanlı hatta çocuk denebilecek yüzlerce genç bu yolu seçmişti. Böylece, kutsal bir amaç olan vatan müdafaası için kendilerini feda ediyorlardı.
Yağız, arkadaşı Semih ile birlikte tatil için geldiği Tokyo’daki Barış Müzesini gezerken on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarındaki pek çok savaş aletini ve kıyafetlerini görmüştü. Müze gezisinin sonuna doğru İkinci Dünya Savaşı’na ait resimler, silahlar ve kıyafetler vardı.
İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan “Kamikaze” uçaklarından bir model örnek de orada yerini almıştı. Camlı cemakânın içinde “Kamikaze Pilotların” arkalarında kalan ve savaş alanında bulunup getirilebilmiş olan bazı eşyalar vardı. Bir Kamikaze pilotunun elinde sıkı sıkı tuttuğu bir ufak not kağıdı daha sonra eli zorla açılarak elde edilince kağıtta sadece “Annem, Annem, Annem ve Annem” yazıyordu. Sevgilisi bile olma imkanı olmamış bu delikanlı en çok sevdiğini sayıklayarak ölüme teslim olmuştu demek ki.
Bulunduğu odada seyrettiği İngilizce alt yazılı video da ilginç gelmişti. Videoda geminin güvertesine sıralanmış gençler ve karşılarındaki yetkili subay ile konuşmaları vardı. Subay, Binbaşı Hirohito idi. Japon hava kuvvetlerinin efsane pilotlarından birisiydi aynı zamanda. Tüm gençlerin hayranlık duyduğu ve idolü olan bir subaydı.
Binbaşı “Sizlere bahsettiğim Pasifik’teki Amerikan donanma gemilerini ülkemiz sularına girmeden yok etmek için yapılacak kamikaze saldırısı için gönüllü olanlar bir adım öne çıksın. Aranızdan beş gönüllü istiyorum.” demişti.
Uçak gemisinin güvertesindeki on iki genç pilotun tümü bir an bile tereddüt etmeden bir adım ileri atmıştı bile saniyeler içerisinde. Binbaşı, tekrar amacıyla, “Bu göreve Kamikaze görevi. Gönüllülük esas. Gönüllü olmayanlara ceza verilmeyecek. Zorunluluk yok. Kimse size bir ceza vermeyecek.” diye haykırdı.
Sonrasında aynı soruyu tekrar sordu.
Tüm pilotlar bir kez daha birer adım ileri gittiler. Binbaşı daha neredeyse bıyıkları bile terlememiş, bu ana kuzularının dimdik ve gururlu göğüslerinin içinde hızla çarpan kalplerini sanki dışardan duyarcasına, bir yandan onlara imrenerek bir yandan da onlarla gurur duyarak, “Ülkeniz ve ben sizlerle gurur duyuyoruz. Herkes uçak başına o zaman” demişti. Gözünden düşen iki ufak gözyaşı damlasını da hemen eliyle silip, yok etmişti bile.
Videonun devamında o gün havalanan kamikaze uçaklarının görevlerini başarıyla yerine getirdiği, geriye dönen herhangi bir uçak olmadığı ifade ediliyordu. Ama, Pasifik Okyanusundaki Amerikan gemilerinin ilerleyişi de ciddi bir süre geciktirilmiş ve gemiler ağır zayiat vermişti.
Yağız kendini bir an o güvertedeki on iki gençten birinin yerine koydu. Şimdi kalbi delice hızla çarpıyordu. Elleri titremeye başlamıştı. Zor durduruyordu. Sanki dizlerinin altı tutmaz olmuştu. Kısmi felç geçirmiş gibi hissediyordu kendisini. Kulağında komutanın ses sanki megafonla yapılan anonsmuş gibi kulak zarını patlatacak yükseklikte bir desibel ile vuruyor ve yankılanıyordu. Verdiği cevap da sanki yankı yapan bir vadiden geri dönen ses gibi güçlü geliyordu.
Uçağına doğru koşarken sanki gemide değil, denizin üstünde koşarak ilerliyor gibiydi.
O esnada, hayatındaki önemli olaylar seçilmiş film kareleri gibi gözünün önünden geçmeye başlamıştı. Annesinin çocukken yaptığı domates çorbasının harika kokusu geldi sanki burnuna. Babaannesinin uykusunda saçını okşayışını hatırlattı saçını savuran kuzey rüzgarı. Koşarken asker usulü disiplinli adımları babasının titiz bir şekilde ona müşterisinin defterinin yekünunu tuttururken ki ciddiyetini anımsattı nedense.
Sevdiği kızı Ayda’yı hatırladı tam uçağına binerken. Ya bu yakışıklı Japon delikanlısı Masamichi gibi sevgilisi bile olamasa, onun dudaklarına dokunamamış, ona güzel sözler söyleyememiş ve onunla gülüşememiş olsaydı, kimbilir ne kadar üzülürdü. Ama, sonra kendinden utandı. Bu anda düşünülecek şey miydi bu ?
Japon gençleri için olayın dini bir boyutu yoktu. Onlar için vatanlarını savunmak konusu söz konusuydu. Ama bu yapılan fedakarlığın kıymetini küçültmez veya azaltmazdı tabiatıyla.
Japon gençleri de genlerinde ataları Samuray’ların kültürel birikiminden gelen başarılı olma ve sonuna kadar ülke için mücadele azmini kalplerinde taşıyorlardı. Bir Samuray her zaman üzerinde iki kılıç taşırdı. Bunlardan ilki keskin ve savaşta düşmanı tek hamlede öldürebilecek güçte olan büyük ve keskin bir kılıçtı. Diğeri ise, gayet küçük, Osmanlı’nın hançerlerine benzeyen içe kıvrık bir kılıçtı. Bunun amacı saldırı veya savunma maksatlı değildi. Küçük olan kılıç sadece Samuray’ın yaptığı mücadelede başarısız olması halinde utanç içinde yaşamamak için kendi canını almak için karnını kendi kendine bıçaklayarak intihar etmek ve düşmanın eline canlı geçmemek için kullanırdı.
Japon gençler de, herhangi bir utanca sebep olmamış olsalar da, vatanlarının ve milletlerinin yenilgi gibi bir utancı yaşamaması için, ikinci hançer olarak Kamikaze uçaklarını, gönüllü olarak bu defa kendilerine değil, ama kendileri ile birlikte düşman gemilerinin bağrına saplama yoluna gidiyorlardı.
Ama sonra siper savaşında yardan gelen mektubu bekleyen Mehmetçikleri düşündü. İnsan en ulvi görev anında bile insandı. Etten ve kemiktendi. Sevgi ve aşk, kan, ter ve gözyaşının olduğu bu sert ortamda bile kendini ortaya çıkaracak bir iklim yaratıyordu. İnsan, çok karmaşık bir yaratıktı doğrusu.
Gençlerin aile üyeleri üzülse bile, onlarla gurur duyuyordu. Bizim toplumumuzda da Şehit ailelerinin metin olması ve “vatan sağ olsun” diyebilmesi gibi, onlar da “Oğlumuz bizi ve ulusumuzu onurlandırdı. Ülkesi için oğlumuz feda olsun” diyebiliyorlardı. Her iki toplumda da yüreği parçalanan annelerin acısı yaşadıkları sürece devam ediyordu. Bunu hiçbir şey değiştiremiyordu.
Savaşta güç hesabını yaparken Batılılar insan, silah, cephane, uçak, gemi ve tank gibi malzeme sayılarına dayalı hesaplarına göre yaptıkları çalışmaları bozan, karşı taraftaki bu görünmeyen ama terazinin kefesine basabilecek manevi güç unsuru tüm dengeleri alt üst edebiliyordu. Savaşı, silahlar değil, insanlar, özellikle inancı ve güveni olan insanlar kazanıyordu son tahlilde.
Savaşta evladını kaybeden anneler Batı ülkelerinde sadece evladını kaybetmiş oluyor, sanki çocukken oynadığı oyunu kaybeden bir çocuk gibi sadece hüzün ve üzüntü hâkim oluyordu evin atmosferine. Sanki dikkatsizlik yapmış ve kendini incitmiş gibi bir değer görüyordu. Trafik kazasından farkı yoktu sanki.
Oysa, Asya kültüründe yetişmiş anneler tabii ki, oğullarının kaybının hüzün ve derin acısını hissediyordu. Ama, bu hisse yüksek bir amaç için ölünmüş olmasının verdiği gurur ve övünç de eşlik ediyordu. Yara ve acı azalmıyordu belki, ama kabuk tutması ve iyileşmesi daha kolaylaşıyordu.
Yağız aklından keşke imkan olsa da gençler ölmeden de sorunlar çözülebilse diye içinden geçirmeden edemedi. Ayşe Ananın kınalı kuzusu Ahmet, Japon Hiroko’nun oğlu Kamikaze Pilotu Masamichi de bu toprağa genç yaşta bir yaprak gibi düşmese ne iyi olurdu. İnanışları ve beklentileri farklı da olsa hepsi hayattan pek çok şey bekleyecekleri çağda yaşamdan kopup, gidiyorlardı.
Tüm annelere evlat acısını hazmedecek gücü, farklı dinlere inansalar da hep aynı merhametli Allah veriyordu. Onun için ırk ve dinler önemsizdi.
Yağız, arkadaşı Semih ile Çanakkale Şehitlikler gezisinde gördüğü belgeler ve seyrettiği videolarda önlerindeki sıranın tamamı şehit olmak üzere saldırıya geçen bir takım askerin yerini hemen alan arkadaki bir takım askerden çok etkilenmişti. Biraz önce saldırıya geçen arkadaşlarının neredeyse tamamı şehit olurken, sadece sırasını bekleyip, gözünü bile kırpmadan saldırıya geçen gençlerdeki tereddütsüz ve tam inançlı keskin bakış gerçekten insanı derin düşüncelere sürüklüyordu.
Mezar taşlarına bakınca farklı bölge, etnik yapı, köken ve yaşta insanın tek vücut olarak aynı hareket tarzını benimsemesinin tek açıklaması vatan sevgisinin, hem de dini inancın katıksız ve safiyane bir yansımasında yatıyordu.
Koskoca Elli Yedinci Alay bu şekilde tamamıyla yok olmuş, ama arkadan gelenlere zaman kazandırmıştı.
İnsanın canını feda edebilmesini, hem de kendi isteğiyle bunu yapabilmesini anlamak için o ruh halini, maneviyatı anlamak, onların altı delik ayakkabılarını giymekle mümkün olabilirdi sadece.
İnsanın meleklerden ayrılan yanı da hata yapabilme veya başkaları için hata gibi gözüken zor kararları alabilme özgürlüğüydü.
Güneş denizin üstünde batarken sanki ölen tüm gençler adına kızıl rengini turuncuya döndürerek yok oluyordu. Siz boşuna ölmediniz. Kanınız ve canınız çok kıymetli bir amaç uğruna harcandı demek ister gibiydi.
Bir cevap yazın