Dedem öleli bir yıl kadar oluyor. Aidiyetle bağıntılı ebedi bir sevgimiz ve isimlerimizin aynı olmasından kaynaklı birbirimize karşı oluşan bir sempatimiz vardı. Sadece bu iki sebep onu diğer dedemden daha çok sevmeme yetiyordu. Sanırım o da sırf bu sebeplerden ötürü beni diğer torunlarından daha çok seviyordu. Zaten beni diğer torunlarından ayıracak dişe dokunur başka bir sebep yoktu. Fakat benim ona olan sevgimi destekleyecek, bahsetmediğim bir kaç sebebim daha var. Dedem, hep güler yüzlü, cömert, iyi kalpli ve insanlarla iletişimi kuvvetli bir adamdı. Kâfi demeyi bilirdi hiç açgözlülük yapmazdı, adaletli davranırdı. Kendinden olmayana kızardı ama kesinlikle kendinden olandan ayrı tutmazdı. Doğru bildiklerini özlü sözlerle taçlandırıp öğütlerdi hep. Bir keresinde bana korkak olmam gerektiğini öğütlemişti. “Korkak ol, ancak korkak insanlar uzun yaşar.” demişti. Bu sözünü çok garipsemiştim. O zamana kadar hiç kimseden böyle bir şey duymamıştım. Kim korkak olmak isterdi ki? Kim korkak olmakla övünür? Tanıştığım tüm insanlar ya korkusuzluklarıyla ahkâm keser ya da korktuklarını belli etmezlerdi. Dedem bu konuda biricikti. Kendi tavsiyesine uymuş olsa gerek ki öldüğünde 88 yaşındaydı.
Kendimden bahsetmem gerekirse dedem için yazdıklarımın tam zıttı biriyim diyebilirim. Asık suratlı ve bencilim. Hayatta ne kadar iyi olmaya çalışsam da kendimi buna ikna edebilmiş değilim. İçten içe her zaman fazlasını isteyen doyumsuz, içime kapanık biriyim. Kendimden olanı el üstünde tutarım, kendimden olmayana ise küçümser gözlerle bakarım. Ve asla hiçbir şeyden korkmam! Yani, işin aslı birkaç küçük fobim vardır ama dedemin aksine en azından ölmekten falan korkan biri değilimdir. Sonuçta günün birinde öleceğini bilen tek hayvan insandır ve bende bir insanım. Bu korkuyla yaşayamam ya. Aksine her insan bu durumla savaşmalı, ölüme karşı cesurca göğsünü germeli. Küçük fobilerim bir yana, eğer insanlara bir şeyden korktuğumu itiraf edecek olsaydım yaşamaktan korktuğumu itiraf ederdim. Varlığımın rastgeleliği, ertesi günün belirsizliği, dünya bir yana içinde bulunduğum topluluğu dahi değiştiremeyecek kadar küçük olduğum gerçeği ve masmavi gökyüzüne baktığımda bile ardında kalan, göremediğim uçsuz bucaksız karanlık… Ölmek ise sade bir karanlık. Gerçi çoğu insan bunları düşünmez. Akıllarına getirseler bile çabucak unuturlar. Çünkü zaman, her zaman iyi olanı sürükler beraberinde. Tıpkı dedemin hep iyi yanlarını hatırladığım gibi. Sanki hiç kötü yanı yokmuş gibi kalmış aklımda.
İçe dönük olduğum için olsa gerek olumlu ya da olumsuz hep düşünürüm, çoğu zaman olumsuz düşünürüm. Sanırım tek başına vakit geçirebilmek için en ideal çözümlerden biri bu. Fakat kendi kendime düşündükçe kendimi hayatın rutininden ve akışından uzaklaştırdığımı fark ettim. Akıştan kastım Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’nin Flow(Akış) kavramı. Csikszentmihalyi bireyin bir aktivite ile bütünüyle meşgul olmasına, akan bir nehir gibi kişinin yaptığı aktiviteye kendisini kaptırması durumuna “Akış” der. Bu esnada düşünce durur, kişi yaptığı işe odaklanır. Bir süredir kendi yarattığım düşünce akışı dışında hiçbir eylemin akışına kendimi kaptıramaz oldum. Hepsi yavan ve anlamsız gelmeye başladı. Ve insanların standarta oturttukları rutin yaşamları, yapmak zorunda olduğunu hissettikleri görev zincirleri… Tüm bunlar bana geçici fakat mutlu birer illüzyon gibi gelmeye başladı. Bir süre sonra, zaman akıp gidince insanlar bu durumun bir illüzyondan ibaret olduğunu fark edecekler.
Şairin de dediği gibi;
Uykular azalır gittikçe geceler uzar.
Dönemez olursun gittiğin yerlerden,
Yaşamak sana yeni ve tatsız anlamlar yükler.
Sonra yeni bir sen çıkar ortaya,
Beğenmek zorunda kalırsın yeni senini,
Kim olduğunu anlamaya çalışarak.
Yeni bir bekleyiş başlar sıradanlıklardan.
Kimsenin güzel hayalleri yok artık.
Sanırım bahsettiğim bu illüzyondan çıkarken biraz aceleci davrandım. Hayatın anlamsızlığının farkına erken vardım. Kendime tarihin en büyük düşünürlerinin bile cevaplayamadığı soruları sordum. Doğal olarak hiçbirini cevaplayamadım. Tüm bu düşünceler beni yaşamdan korkuttu. Peki ya bu noktada ne yapmalı? Evet, ilk akla gelen şeyi ben de düşündüm. Hatta içinden bir türlü çıkamadığım, kendi ördüğüm ağda tırlatıp, ciddi ciddi fırlatıp atmak istedim. Kendi bedenimi, yüksek bir yerden. Şanslıyım ki hiç öğütlerine kulak asmadığımı sandığım korkak bir dedem vardı. Sanırım onun sözleri ben farkına varmadan beni ölüme karşı korkak biri yapmış. Yaşamaktan korktuğum kadar hemde.
Peki ya bu noktada ne yapmalı? Eğer yaşam ve ölüme karşı göğsümü gerebilecek kadar cesur olsaydım etrafta külhanbeyi gibi korkusuzca dolanırdım. Eğer sadece ölümden korkup yaşamı cesurca göğüsleyebilseydim dedem gibi belki de hiç içinden çıkmayacağım bir mutluluk illüzyonu yaratabilirdim. Eğer sadece yaşamdan korkup ölümü cesurca göğüsleyebilseydim…
İşte o zaman Albert Camus’nün sözünü hatırlardım;
Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermekle
yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır.
Yaşam anlamsızdır fakat kesinlikle yaşamaya değerdir.
Albert Camus
Fakat ben bunlardan hiçbiri değilim. Belli ki ben, yaşam ve ölüme karşı eşit derecede korkak yaklaşan biriyim. Sanırım yapabileceğim en mantıklı hamle harekete geçmek. Her ne kadar cesaretten uzak olsam da önümde beni bekleyen zorlu fakat cesur bir gerçeklik var. En kötü senaryoda dahi dünyaya miras bırakabileceğim yazıların olduğu bir gerçeklik…
Peki ya sen ne yapacaksın?
Geçici fakat mutlu bir illüzyon mu? Yoksa zorlu ama cesur bir gerçeklik mi?