Bu bir hesaplaşma zamanıdır!
Cinayetin iyisi ya da kötüsü mü olur mu? Elbette olmaz. Soğuk, buz gibi bir kelimedir, çıktığı dudakları paramparça edip kurutup bırakır. Ama sanır mısınız ki cinayet sadece bir canlının istemi dışında hayatına son vermektir, gazetelerin üçüncü sayfa haberidir ya da… Ruhların cinayeti vardır mesela… Mesela sözcüklerin cinayeti vardır; saplanır karşı tarafın yüreğine bir ok misali. Yaşadığın, üzerine bastığın, altında binlerce şehidin yattığı toprağın cinayeti vardır mesela. Altında oturduğun ihtişamlı gövdesinde dinlendiğin, kuşların yuvası olan, hışırtısıyla derin ve engin uykulara daldığın o yemyeşil gövdelerin cinayeti vardır. Hem kimsesizlerin hem de çok kimselilerin cinayeti vardır mesela. Kitapların cinayeti vardır, heykellerin cinayeti, kadife uzun perdenin cinayeti vardır, denizlerin cinayeti mesela, mesela çocuk hayatların cinayeti…
Hayatta o kadar çok şeyin cinayeti vardır ki katiller aramızda sessizce gezinirken, listelerine yenilerini eklemekten hiç çekinmezler üstelik.
Peki ya duygular ve vicdan? Duyguların ve vicdanın cinayeti? İnsan dediğimiz o zeki, yaratıcı ve düşünebilen varlık, neden vazgeçer bunlardan, nerede kilitlenmiştir, yok olmuştur?
…….
Aylak aylak sokaklarda gezerken, güneşin sırtını sıcacık ısıtmasıyla tam mest olmuşken, hayat muhteşem gidiyor zannederken, bir kadının çığlığı bir kurşun sesinin izinde yankılanıyor sokakta ve bir küçük çocuğun ağlaması peşi sıra… Yırtıyor o sessizliği boydan boya.
Sonra, sonra o cılız ses kulaklarını dolduruyor, öyle dolduruyor ki o kulakların kanla doluyor, bir daha duymayı hiç istemeyecesine;
“Anneee ölme, ölme anneee!”
Çok güzel güneşli pırıl pırıl bir bahar günü. İnsanın içi içine sığmayan baharlardan. İnsan ne yaparsa yapsın doğaya, o vazgeçmiyor yeniden yapılanmaya, sen düşün diyor sen düşün ey insan, düşün kendine yaptıklarını, sen gidicisin, bense yerkürenin kalıcı sahibi. Yeniden, yeniden ve yeniden varolurum ben, sen düşün…
Bir köy var uzakta. Hep gitmek istediğin ama bir türlü dünya işlerinden başını alıp ta gidemediğin… Dalından elma çaldığın, tırmanıp en üstlere, kuşlara, bulutlara selam eylediğin… Kestane, gürgen, çam, kayın, kavakların renkleriyle cümbüş misali olan o güzel yeşil fotoğraf karesindeki, yuva olan ceylana, tilkiye, kuşlara…
Şimdi onların yerinde toz, toprak sapsarı bir boşluk kalakalmış öyle… Kimi gazetelerin manşetleri ilk sayfadan verirken kimileri değer bile vermemiş. İsyanda toprağın, ormanın insanı, serilmiş yerlere bağırış çağırış coplara göğüs gererken… İşte o hep gideyim deyip te gidemediğin köy var ya, şimdi yok artık haritada. Zehirlemek için o insanlar, toplu katliamın başrolünü üstlenmişler vicdan yoksulluğunda.
Bereket fışkıran, türlü hasat aldığın o altın topraklar, çoraktır artık. Hafızası silinmiştir, ne ekildiğini neyi insana hediye ettiğini unutmuştur… Bir gün, büyük metal canavarlar delik deşik eder karnını, içine diker demirleri, doldurur betonları, yok olmaya mahkum eder. Toprak bağırır avaz avaz, toprak çığlık çığlığa…
Ama nafiledir, tek bir duyan olmaz… Şimdi, yerinde yel bile esmez artık… Sonra, o beton yığını, vicdanı yoksunların elinde binlerce cana tabut oluverir. Söner onca o yaşam bir kaç saniye içerisinde. Derin bir sessizlik alır yerini…
Her sabah, kapına bıraktığın bir kase su yanında bir kase kuru mamayı yesinler istersin sokağın masum canları. Elinden yemek yediklerini, seveni öyle iyi anlar ki o canlar, ihanet nedir bilmezler. O kuyruk hiç durmaz sallanır seveni gördüğünde, azıcık okşanmak, azıcık güzel mırıldanma ister sadece, hepsi budur.
Savaş verirsin vicdansız insanlarla bu canlar için. Bir sabah, koyduğun mamalar yenmez, su içilmez. Tekrar tekrar koyarsın ama nafiledir. Yoklardır. Karınlarını doyurduklarını zannettikleri ellerin son nefeslerini verecekleri eller olduğunu nereden bileceklerdir ki bu gariban canlar…
“Allaha emanet ol” der anacığın kapıdan uğurlarken. Ne de güzel bir sözdür. İnsana değil Yaradana emanet etmek canını. Sabah çıktığın kapıdan akşam gireceğinin garantisi var mıdır bu dünyada? Yoktur, var diyen de inanmaz ki dediğine…
Sonra, sonra bir haber uçar ucunda kan ve acı olan hem de onlarca canın kanı ve acısı… Kulakları yırtan bir sesle, tozu dumana katan meydanda yitip giden o yarım kalmış hikayeler, arkasında gözü yaşlılar…
Çocuk sesleri ne güzeldir. Parklarda, bahçelerde koşuşturan çocuklar. Temiz bir sevginin en büyük örneğidir onlar. Gelecektir onlar kızlı-erkekli ayrım yapmaksızın. Çocuktur onlar çocuk… Çocuk ve gelin aynı satıra yakışmazlar ki olamazlar… Kızlı-erkekli çocuk kalplerdir. Biri diğerinden üstün değildir. Aynı karından çıkmadır onlar neden üstün olsunlar biri diğer cinsine…
Balonlar uçar, bez bebekler parçalanır… Minik elleri tutan iğrenç kokuşmuş zihniyetler… Çocuktur onlar yalnızca çocuk…
……….
Yazmak istersin yazamazsın, kırar kalemini başka bir el. Söylemek istersin lal olur o dudaklar, kelimeler çıkamaz paramparça eder dilini. Bağırmak istersin, sus derler sus! Yürümek istersin yürüyemezsin beton misalidir ayaklar. Zorla izletirler sana dünyanın kokuşmuşluğunu, kör olmak istersin o an, yanar gözlerin dağlanmış gibi alev alev söndüremezsin. Doğduğuna bin pişmansındır. Yerin dibine girmek istersin ama o da olmaz…
Artık, eminsindir. Kendi cinayetini planlamış ve kendini yok etmişsindir. Duygularını, benliğini, vicdanını, tüm iyileri lime lime edip dipsiz kuyulara hapsetmişsindir. Şimdi ise geriye sadece adına insan dedikleri ucube bir varlığın kalmıştır.
İşte bu, el birliğiyle senin, benim, bizim cinayetimizdir…
Ruhumuza El-Fatiha…
Bir cevap yazın