Şehre akşam inmeye başlayınca değişmeyen tek şey, caddelerin kendine has telaşı olsa gerek. Kim ne derse desin, ben bu sağa sola koşuşturan kalabalığın telaşını seviyorum. Bu sesler insana güven veriyor. Sırf bu yüzden işten, eve dönerken yolumu uzatıyorum. Bir de oldum olası ıssız, sessiz, sokaklardan ürküyorum. Bazen evime iki sokak kala etrafımı dalga dalga saran karanlık, beni tenhada yakalayacak, kanalizasyon kapaklarından içeri çekip lağım faresine dönüştürecek sanıyorum. Saçma, biliyorum. Elimde değil korkuyorum. Ne bu kokuşmuş düşünceme ne de bundan sebep, huzursuz adımlarımın hızına engel olamıyorum. Sonra birden evde beni bekleyen çocuklarım aklıma geliyor. Rahatlayacak oluyorum az ötede köpekler havlıyor. Yine adımlarım hızlanıyor. İçim hiç olmadığı kadar huzursuz… Adını koyamadığım bir his üstüme yapışıyor.
Oysa köşeyi dönmeme ve her şeyden sıyrılmama ne kadar az kalmıştı. Ne olduğunu anlamadım bile. Sokak, şiddetle gözlerimden düştü. Saçlarımın arasında soğuk parmaklar… Gulyabaniyi andıran bir adam birden üzerime çöktü. Canhıraş boğuşsak da sesim bir türlü yol bulamıyordu. Kimse bana yardım etmedi. Sanki etraftaki herkes yer yarılıp yerin dibine girmişti. Yüzümde tokatlar ardı ardına patladıkça, dudaklarımdan salyalı kanım akmaya başladı. Yaşamayan bilmez, korkumu anlamaz. Tek bir hamle ile cebinden çıkardığı bıçağı boğazıma dayadı. Sesim hırıltıya dönüştü. Kan çanağı gözleriyle “Sakın kıpırdama! Akıllı ol,” dedikçe, ben hayattan bir gidiyor bir geliyordum. Nefesi hiç unutmuyorum, nefesi kanalizasyondan gelen lağım kokusu gibi. Bakışlarını üzerimden ayırmadan diğer eliyle çantamı karıştırıyordu. Cüzdanımı buldu bulmasına fakat; içindeki para ona yetmedi. Bu sefer iyice hırslandı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Bu ne lan? Seni çulsuz sürtük,” der demez karnıma attığı tekmeyle kendimden geçip olduğum yere yığılmıştım.
O soğuk kaldırımın üzerinde ne kadar süre kaldım bilmiyorum? Üstüm başım toz. Saçlarım dağınık. Ağzım yüzüm kan içinde. “Hayal! Kızım,” diye sesleneni duysam da bir müddet cevap veremedim. Adımla seslenmesinden tanıdık olduğunu anladım. Güç bela gözlerimi açtım. Karşımda alışverişten dönen alt kat komşum, eğilmiş korkuyla yüzüme bakıyordu. Halimde hayat belirtisi görünce tebessümünü eksik etmedi. Kollarımdan tutup ısrarla “Hadi! Ha gayret. Yavaşça kalkalım,” dedi, ben ise ürkekçe etrafımıza bakındım. Kovuklarından çıkmayanlar şimdi bize bakıyorlardı. Tek başına olmak, hiç bu kadar zoruma gitmemişti. Ağlamaya başladım. “Canım çok acıyor” dedimse de “Geçecek,” dedi, Gülnaz Teyze “Bu da geçecek.”
İnsanlık ölmemişti demek. Beni direk kendi evine götürdü; görmediğim anne şefkati ile elimi, yüzümü yıkadı. Dinlemem için salona geçtik. Bir saate yakın uyumuşum çekyatta. Uyandığımda kendince beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı ama olmadı. Benim üzerimden silindirle geçilmişti. Çocuklar aklıma gelince eve gitmek istedim. “Ben uğradım yanlarına merak etme. Çorba verdim içiyorlar,” diyerek beni tekrar yerime oturttu. Huzursuzluğumu fark edince sözlerine devam etti. “Biraz daha toparlan çıkarsın eve. Yazık seni böyle görmesinler korkarlar.” Onaylarcasına başımı salladım. El mahkûm. Zaten halim de yoktu. Biraz daha kaldım. Olan biten aklıma geldikçe istemsiz dalıp gidiyor, ardından bir titremeyle vücudum sarsılıyordum. Gülnaz Teyze kafamı dağıtmak için lafı benim eski eşlere getirdi. Bana maddi olarak yardım edip etmediklerini sordu. Onların bana yardım falan ettikleri yoktu. Gülnaz Teyze de bunu çok iyi biliyordu. Laf olsun torba dolsun işte. Bu sefer neden ayrıldığımı sordu. Ben de başladım anlatmaya. “Birincisi işkolik olduğumu öne sürdü. ‘Senden sıkıldım,’ dedi yüzüme. En azından dürüsttü. İkincisini de beni aldatırken yakaladım. Af dilemesini bekledim. O ise geçti karşıma vücudumun eskisi olmadığını, benim balerin iken olan halime âşık olduğunu zırvaladı. Sonra da ‘Aşk çikolata ise araya fıstıklar girebilir,’ dedi utanmadan. Bende ona çok çok âşık olmama rağmen fıstık ezmesini çok severim diyerek boşandım,” dedim kısaca. Gel gelelim benim bıraktığım ama kurtulamadığım iki eski eşim ve bırakmayı asla göze alamadığım, gözlerimin içine bakan iki güzel evladım var. Her ne kadar zor olsa da ben onlar için yaşıyorum. Şimdi tek düşüncem toparlanmak, hem de bir an önce.
Bu kadar hasbihal ikimiz de yetti diye düşünüyordum. Yine eve gitmek için kalkacak oldum “Dur,” dedi Gülnaz Teyze. Çok alem kadın yemin ederim. Üstelik kokoş mu kokoş. “Çocuklar korkmasınlar seni böyle görünce, yüzüne bir şeyler mi sürsek?” dedi, “Yani maske eksik kaldı diyorsun,” dedim. Gülümsedi. Elinden kurtuluşum yoktu. Kabul ettim. Onun yatak odak odasına doğru yürüyorduk. Odanın kapısı açıktı. Pencereden sokak lambasının ışığı vuruyordu içeriye. Işığı açtı. O kahve yapmak için geri döndüğünde bu küçücük oda beni daha da darmaduman etti. Doğrularımla duygularım arasında kocaman bir kavgayı başlattı. Duvarda eski beni, bana hatırlatan, Gülnaz Teyze’ye hediye ettiğim tablo tam karşımda duruyordu. Ünlü ressam Picasso’nun “Mavi Oda” tablosunun bir taklidi yani. Yüzümün yerine gelmeyen rengini iki kat daha soldurdu. Makyaj masasına oturdum. Tablonun aynadaki aksinden kendimi kurtaramadım. İdeallerimi bırakırsam sonumu hatırlatacak olan tablo belli bana çok küskündü. Başımı pencereye doğru çevirdim. Komedinin üzerinde aynı tablodaki gibi rengarenk çiçekler…içim açılır gibi oldu. Başımı öne eğdim. Bu seferde gözlerim yerdeki solmuş halıya takıldı. “Bak, bak” dedi tablodaki benim gibi eski balerin olan kadın. “Hayatının renkleri nasıl soluyor hâlâ görmüyorsun. Değdi mi o çok sevdiğin mesleğini bırakmaya? Bak, bana döndün işte. Üstelik benden de yalnızsın.” “Özür dilerim,” dedimse de o oralı bile olmadı. Başını çoktan eğmiş yıpranan bedenini yıkamaya devam ediyordu. O sırada Gülnaz Teyze, sade kahve ve ellerine sinmiş sabun kokusuyla yanıma geldi. Gulyabaninin yıprattığı yüzüme fondöten sürdükçe sabun kokusu içime işledi. Ben kokuyu aldıkça tablodaki kadın, leğenin içinde vücudunu daha da hızlı ovmaya başladı. Oysa Gülnaz Teyze, benim makyajımı canımı yakmadan yavaşça yapıyordu. Kadın daha da kızdı. Güğümde son kalan suyu başından aşağı boca edince ben de kahvenin yanındaki suyu bir dikişte içtim. Sonunda benim için ölümden dönmenin mükâfatı sade kahve ve biraz da makyajdı. Muhteşem ikili…bu ne muamma dimi? Tabii ki hayatta kalmak bana sunulan en büyük ödüldü. Tablodaki kadın daha kendini yıkamayı bitirememiş bir o kadar bana kırgın ve kızgın olsa da yüzümdeki morluklar ustaca kapatılmıştı. Gülnaz Teyze son bir kez daha baktı yüzüme. “Eski balerin artık çocuklarının yanına çıkmaya hazır,” dedi, gülümsedim. O kahve fincanını mutfağa götürürken ben de aynada kendime bakıyordum. Tablodaki kadın yüzüme bakmıyordu. Olsun, ben dinleyeceğinden eminim. Onun aynadaki aksine bakarak konuşmaya devam ettim.
“Kızmakta haklısın. Evet, eşlerim için mesleğimi bıraktım. Çocuklarımla beraber tek başıma verdiğim hayat mücadelesinde kendimi de unuttum. Hatta savunmasız da kaldım. Yalnız unutmuş olduğun bir şey var hatırlatırım. Her düştüğümde yeniden ayağa kalktım. Gel gelelim ne sözümü ne de özümü unutmadım, senin gibi hayata küsmedim. Kendimi bir odaya hapsetmedim. Bundan sebep beni gözleyen gizli gözler oldu ardımda. Farkında bile değilsin. Sende sürekli terk edilen papyonlu sevgilin tarafından gözleniyorsun. Üstelik benden daha da savunmasız haldesin. Sözümü yineliyorum sana. Tufan da kopsa uzun süre yağmurda yağsa, Tanrıyla Nuh arasında akit olan gökkuşağını hiç çıkarmayacağım aklımdan. Hatta ben unutsam da o yağmur sonrası çıkacak elbet. Kendini bana hatırlatacak. İçinde sürekli yedi renk saçan, kendini benim gibi kimseye heba etmeyen, hayatla dans etmesini bilen çocuklar yetiştireceğim. Ve bende kendimle barışık olarak yaşamamı sürdüreceğim. Sesin çıkmadığına göre şimdi duvardaki pelerini alıp çıkıyorum evimdeki sahneye. Var mı itirazın söylesene?”
Bir cevap yazın