Yine düştü. Tam baytar kılıklı doktordan çıktığı anda. Allahtan yanından geçen iri yarı bir yardım etti de canını dişime takarak köşedeki parka kendimi atabildi.
Bileği zonkluyor. Gözünün sulanması cabası. Ayağını ovalamalı belki ama iki eli de kasıklarında. İçi boşalmış sanki. Ne sancısı var ne de parmaklarıyla yokladığı karnında bir saat öncesine göre bir değişiklik. Ama o biliyor. İçi boş. Bom boş. Kafası da öyle. Ne, neden, niçin, nasıl, kim, nerede daha birçok soru uçuşuyor kafasında. Yanıtını netleştiremediği birçok soru. Belki narkozun etkisi. Hazin bir eylül sabahı. Yoksa ona mı öyle geliyor? Hayır yanılmıyor. Okullar açılalı iki hafta oldu. Bankın yanındaki yorgun çınarın sarı benizli yaprakları da doğruluyor onu. Kum havuzunun sağındaki ıhlamur da şahit. Kaydırağa ara ara yansıyan fersiz güneş, daha iki hafta öncesinde giymediği mevsimlik hırkası da… Biraz dinlenip kendine geldikten sonra kalkıp annesine gidecek. Her şeyi dünden planladı. Uçak bileti bile hazır. Dün gördüklerinden sonra… Gördükleriyle kendini damdan düşmüş gibi hissedip kalbinin kırıklarını toplamaya çalıştığında…
Annem durmaz şimdi. Vır vır vır başımın etini yer. Peşin peşin keserim sözünü. Yorgunum anne sonra anlatırım, derim. Önce elimi yüzümü yıkarım. Onun eşofmanlarından birini giyer, babamın koltuğuna kendimi atarım. Yoğurt çorbası yapmıştır kesin. Midesine iyi geliyormuş ya. O sorar ama içmem. Yeni demlediği çayından getirir misafir için ayırdığı ince belli bardaklarından biriyle. İşte ona hayır diyemem. O yeterince sustuğunu düşünür. Daha fazla sabredemez çünkü. Hisseder çünkü. Ne de olsa ana yüreği çünkü. “Ayrıldınız mı yoksa?” der. Kestirmeden gitmezsem sorgusu bitmez. Gözlerimin aynısı gözlerini bana diker. Türkan Şoray kirpiği desenli kemik rengi yeleğinin üzerine kollarını kenetler. Evet, deyip kestirip atarım o zaman. Kim bilir belki, uzun zamandır limoniydik zaten gibi birkaç laf daha eklerim. Gözleri çanağından fırlar o zaman.
“Niye ki? Ne güzel geçinip gidiyordunuz?”
Susarım muhtemelen. Her zamanki gibi susarım. “Haklısın anne, geçinip gidiyorduk, çünkü o kadarını biliyordun ya da o kadarını bilmek istiyordun, çünkü hiçbir zaman kızların hakkında çok şey bilmek istemedin,” demek isterim de… Demem… Ama üstüme gelirse derim. Gözlerinin içine baka baka derim hem de. “Hayatın boyunca neyi bildin ki sen? Neyi bilmek istedin ki? Hı, bak aklıma geldi. Bilmek istediğin şeyler oldu tabii ki. Her sabah, her öğlen, her akşam masaya altı tabak, altı kaşık, altı çatal koyarmışsın bir zamanlar. Sana kalsa masada yedinci tabak, yedinci çatal, yedinci kaşık da olsun istermişsin. Yedinci ayakkabıları girişteki diğer ayakkabıları dizdiğin uyduruk ayakkabılığa dizmek, çamaşır makinesine yedinci kişinin çamaşırlarını da atmak, yedinci kişinin okul çantasını hazırlamak, yedinci boğaz için yemekleri birkaç kepçe fazlaca yapmak, yedinci kişiye ‘annen kurban olsun yoluna’ demek istermişsin. O kurban olduğunun adı Hasan olsun diye geçirirmişsin gönlünden. Daha doğrusu babam oğluna babasının adıyla seslenmek istermiş de sen de onaylarmışsın. Bir kocaya, dört kıza ‘kurban olduğun’ gibi kayınbabanı sevmesen bile onun adına da kurban olurmuşsun. Hasan. Yeter ki oğlan olsun, adı çok da mühim değilmiş senin için. Yeter ki… Yeter… Hani babam, ben doğduğumda yeter, demiş ya sonunda. Yeter artık. Yeter. Gerçi adım sadece nüfus cüzdanımda kaldı biliyorsun. Babam çok sevmiş ya hani beni. Gözlerimi pek sevmiş ya hani. Gök gözlerimi. Gökçe demiş ya hani. Ev halkı, konu komşu Yeter’i unutup Gökçe bilmiş ondan sonra. Benim olmadığım yerde Topal Gökçe. Yüzüme karşı sadece Gökçe…” Yok, demem. Her zamanki gibi susarım. Aslında o da işine gelmeyen durumlarda benim gibi üç maymunu oynamayı sever ama böyle bir durumda ağzımdan lafları cımbızla çekmeye çalışır. Yatana kadar bangır bangır bağırttığı televizyonun sesini kısıp üsteler belki.
“Kızım anlatsana. Niye limoniydiniz? Kendin tav oldun, kendin istedin. Kızın gönlü ona aktı demek ki, diye ben de ses etmediydim… ”
Çocuk sesleriyle irkildi. Üç-dört kadın, beş-altı çocuk doluştu küçük parkın içine. Kadınlar salıncaklara yakın banklara oturdular. Çocukların kaydıraktan salıncağa, oradan kum havuzuna koşturup durmalarını seyretti bir süre.
Aklı hâlâ annesinde. Haklısın sevmiştim, hem de çok sevmiştim daha önemlisi güvenmiştim, derim. O dilinde pelesenk olmuş malum lafını yapıştırıverir hemen.
“Hıh. Güvenmişmiş, erkek kısmına güven olur mu hiç…”
Güvenmişti… Güvendim. Hatta ilk defa bir erkeğe çok güvendim. Oysa daha ergen yaşlarda söz vermiştim kendime. Asla bir erkeği sevmeyecektim. Topal! Topal, topal! Erkek çocukları çok acımasız oluyorlar. Bu sözü duymamak için kulaklarımı kapatırdım. Meğer sadece topal sözü çok masummuş. Bunu da lise yollarında öğrendim. Önümden giden iki genç uzun uzun beni kestikten sonra… Ufak tefek olanının, uzun olanına anlattıklarıyla…
“Topalı becermek çok zevkli olurmuş lan…”
O gencin sözleri geceler boyu kulaklarımda çınladığında… Her hatırlayışımda kendimi çırılçıplak ve savunmasız hissettiğimde… Hiçbir erkeği sevmeme, hiçbir şeyimi paylaşmama kararım iyice perçinlendiğinde… Üniversite günlerimde de kaçtım hepsinden. Belki, içimden geçenleri okur gibi “Sen de kimseye bakmadın etmedin sonra onun neyine tav olduysan artık.” der annem. Kader demek ki anne, derim ben de. Kader miydi gerçekten? Annesi sever içinden çıkamadığı olaylarda işi kadere yüklemeyi ama o her ne kadar kader deyip geçiştirmeyi düşünse de ucuz bulur bu bahaneyi.
Biraz kader olabilir belki, bir kaza demeliyim aslında. Benim kazam. Sakar Yeter’in alışılmış halleri. Edebiyat öğretmeni Gökçe her zamanki gibi tökezleyip kaldırımdan yola düşünce… Alkollüymüş o anda. Arabasıyla beni ezince… Kayseri-Muğla yoluna sakladım sırrımı. Anneme söylemedim. Bilse ne olacaktı ki? Daha babamın ölümünü kabullenememişken bir de benim derdim fazlaydı ona. Üstelik ilk defa bir erkeğe güvenmiştim. Çünkü kazadan sonra beni hiç yalnız bırakmamıştı. Çünkü hastanede kaldığım sürece de yanımdaydı. Çünkü raporlu olarak evde yattığım günlerde de… Sonrasında da… Bana bakarken dalar giderdi. “O gün sarhoş olduğuma sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum,” demişti bir keresinde. Gerçi arkadaşlarımın gözü tutmamıştı. Neymiş efendim dava etmeyeyim, diye bana yalakalık yapıyormuş. İnanmadım tabii ki. İlk kez bir erkek eksiğimi yüzüme vurmuyordu. Dahası her fırsatta eksiğimden öpüyordu. Bütün benliğimle ona bıraktım kendimi. Sevdim. O da sevdi. Hayallerinde bir öğretmenle evlenmek varmış. Ben de tam onun aradığı biriymişim. Onun ailesinin Kayseri’de küçümsenmeyecek bir giyim mağazası zinciri olunca, benim evde kalmış kız yaşım çoktan kapıya dayanınca…
Bu saatten sonra anneme bunları anlatmam tabii ki. O da küstah yanlarımı bilir. Susmak istediğim anlarda üstüme gelirse yüzüne yüzüne çemkiriveririm, diye korkar, üstelemez. Kıvranır bir süre. Boş bardağı götürüp yeni doldurduğu çayı sehpaya koyar, çekyatın örtüsünü çekiştirir, camgüzelinin kuru yapraklarını temizler, kumandayı alıp kanal değiştirir nihayetinde çekyata bağdaş kurup oturur, odayı sarsan hüpürtüyle çayından bir yudum daha alır. Beni süzer. Son günlerdeki solgunluğumun ben bile farkındayken onun da gözünden kaçmaz belki ama o konuda bir şey söylemez. Onun aklı fikri ayrılık işinde kalır. Vazgeçmem için beni ikna etmeye çalışır.
“Dayağı falan olaydı ayrıl derdim de. Mülayim adamdır damadım. Her adamın çeşit çeşit huyu olur. İdare edeceksin. Alttan alacaksın. Sabırla koruk şerbet olur derler bilmez misin?”
Sanki gerçekten annesi karşısındaydı Gökçe’nin. Dudaklarını kemirdi. Ensesini ovaladı. Kucağına düşen çınar yaprağını parçalarken çıkan çıtırtıyı dinledi. İçi de böyle kurumuştu belki. Annesinin içi de en az kendisininki kadar kuruydu aslında. Bunu düşündüğü zaman kızamıyor annesine. Ah annem ah! Sabırla koruk ha! Şerbet olur ha! Bu sefer anlatır belki her şeyi bir bir.
“Olmadı annem, olamadı. Dayağa da alışmıştım oysa. Sabahları okula giderken yüzümdeki morlukları gizlemek için at gözlüğü gibi gözlük takardım. Dahası sınıfta da çıkarmazdım. Malum hepsi liseli gençler…” der. Daha da açar meseleyi. “Okuldaki erkek öğretmenlerin hepsi ırz düşmanıymış biliyor musun? Ben de onlara iş veriyormuşum. Hepimiz üniversite bitirmişiz ama insan olamamışız. O, bizim gibi nice üniversitelileri cebinden çıkarırmış. Şeytan, git sen de bir üniversite oku, diplomanı bu insan müsveddelerinin yüzüne çarp, diyormuş ama bizim gibi kuş beyinlilerle uğraşamazmış. Ayağımı denk almalıymışım. Yoksa zaten topal mopal dinlemez ayağımı hepten kırıverirmiş. Alışmıştım anne. Her şeye alışmıştım. Dayağa da, küfürlere de…” der. “Belli ki kıskanıyordu ama seviyordu beni,” diye eklemeyi de unutmaz. “Çünkü Allah yarattı demeden dövdüğünün ertesi günü elinde bir çiçekle gelirdi eve. Üstelik ayık. Üstelik erkenden. ‘Sana balık aldım Muğlalı,’ derdi. Salata dahil olmak üzere hiçbir şeye elimi dokundurmadan sofralar kurardı. Hiçbir şey olmamış gibi güle oynaya yenen yemeğin ardından kucağına çekerdi beni. Öpücük yağmuruna tutardı her yerimi. En çok eksiğimden öperdi. ‘Özür dilerim,’ derdi. ‘Bir daha seni üzmeyeceğim.’ Her şeyi unuturdum. Sevişirdik, hem de daha morluklarım sarıya dönmeden, küfürlerinin, hakaretlerinin yüreğimdeki yıkımı tamir olmadan deli gibi sevişirdik. Bağıra bağıra, inleye inleye, hoyratça sevişirdik. Yeniden severdim onu. O da beni yeniden… Ta ki birkaç gün sonra yine gecenin bir yarısı, yine küp gibi eve dönene kadar,” der belki. Yok yok o kadar uzun değil. Seviştiğimizi söylemem…
Yanakları kızardı. Başını öne eğdi. Salıncakların orada oturan kadınlar da düşündüklerini duymuş gibi arlandı. Yüzünü yalayıp geçen sonbahar rüzgârı iyi geldi. Kadınları süzdü alttan alttan. Diğerlerine göre daha yaşlıca olanı ilgisini çekti. Annesine benzetti.
Belki hiçbir şey anlatmam bir süre. Kendini yer bitirir artık. Kızının yuvası dağılacak hani. Olacak iş mi? Belki beni alttan almaya çalışır, hatta hiç yapmadığı şeyi yapar da yanıma oturup saçlarımı okşar, “Hayırlısı olsun yavrum,” der. “Koca evde yapayalnız kaldım zaten, birbirimize el-ayak, göz-kulak oluruz,” der kim bilir? Der mi? Demez. Gökçe iyi tanır annesini. Bağrına değirmen taşı basar da yine öyle demez. Olsa olsa, sesini azıcık yumuşatır ağzında lafları geveler durur.
“Bu işler aceleye gelmez yavrum. Öfkeyle kalkan zararla otururmuş. İyice bir tartmak lazım… Hani demem o ki adın dula çıkacak…”
Çok da umurunda değil Gökçe’nin. Çıkarsa çıksın. Sanki bir tek onun kızı mı dul kalacak? Annesi onu ikna etmekten vazgeçmez, biliyor.
“Öyle deme kızım. Dulluk zordur. Oturduğun kalktığın laf olur. Başında biri varken olduğu gibi olmaz hiçbir şey…”
İş o safhaya geldiğinde susmalı Gökçe, yoksa… Susmalıyım, yoksa… Ya susamazsa. Yıllardır içinde biriktirdiği bir türlü gün yüzüne çıkaramadığı, çıkarmaktan ar ettiği cümleler azgın bir sele dönüp annesinin gözlerine akıverirse.
“Sen dul kalmadın da ne oldu anne? Babam sana madalya mı taktı? Seni Gökçe’den daha mı çok sevdi? Az uğraşmadın bir oğlum olsun, diye. Olsaydı, babam Gökçe’yi bırakıp sana mı dönecekti? Sırf babamı eve bağlamak için beni doğurmadın mı? Dahası Hasan’ını doğurmak için beni peydahlamadın mı? Babam sevdiği kadının adını bana koyduğunda bilmezden duymazdan gelmedin mi?”
Sanki gerçekten bunları söylemişti de annesi aldan mora, mordan ala dönmüştü. Omuzları inivermişti kadıncağızın. İçinde yıllanmış, pıhtılaşmış dahası taşlaşmış acıları odanın ortasına saçılmıştı. Yere düşürdüğü gözlerinden halıya damlayan yaşlarda kanayan yerlerinin izleri vardı. Yapamaz. Bu yaşa kadar kendi de annesi gibi gerçekleri bilmezden duymazdan gelmişken bu saatten sonra yapamaz. Susar. Belki annesiyle birlikte susarlar. Susmasalar ne değişecek ki?
Kalkmalı. Yola koyulmalı. Çantasını kontrol etti. Kimliği, cüzdanı, kredi kartları… Elini dalayan ultrason kağıdıyla yeniden hırslandı. Belki bütün öfkesini annesinden çıkartmalıydı. Kâğıdı annesinin gözüne sokarak alabildiğine sesini salmalıydı.
“Bak anne. İyi bak. Şu kurbağa larvası gibi şeyi görüyor musun? Şu işte şu. Bak, eşek arısına da benziyor biraz görüyor musun? Torunundu bu. Bir oğlan torunun olacaktı. Hasan, diyecektim. Belki yanına bir de Can koyardım. Doğuramadığın Hasan’ının yerine koyacaktın onu belki. İşte o, daha bu sabaha kadar karnımdaydı. Hani başımda olan erim var ya, hani çok sevdiğim kocam, beni boynuzladı iyi mi?” demeliydi. “Tıpkı sana benzedim. Hani babamın, Gökçe’si gibi, benimkinin de, bir Meltem’i var artık iyi mi? Güpegündüz, hem de benim yatağımda… Kapıyı çarpıp çıktım. Ona ait en son anımı da bu sabah bir kliniğin soğuk mermerlerine bırakıp sana geldim. Çünkü ben asla senin gibi olmayacağım anne anladın mı? Gönlü başka biri için titrerken bana katlanmak zorunda olan birinin karısı olarak eskimektense…” demeliydi. Demeli miydi? Yine saçmaladığını düşündü. Durduk yerde kadıncağıza ne yapmak istiyorsam? Onu acıtmak, yaralarına tuz basmak hangi derdime derman olacaksa? Yapmayacak. Kimi kaldı ki? Annesi onu sarıp sarmalamasa bile, o annesini sarıp sarmalayacak, sevecek. Belki kocasının yerine koyar da öyle sever annesini. Ya da doğmayan, doğamayan, doğma fırsatı vermediği oğlunun yerine… Belki babasının göstermediği sevgiyi verir ona. Nasırlaşmış sevgisizliği yeniden yeşerir kadıncağızın belli mi olur?
Önce topuksuz ayakkabısının sonra dolgu topuklu ayakkabısının üstüne yüklenip ayağa kalktı. Parkın çıkışına doğru yol aldığı sırada, annesinin elinden fırlayıp boş salıncağı kapmaya çalışan bir kız çocuğu hızını alamayınca kucak kucağa geldiler. Sendeledi Gökçe. Bir an dengesi bozulur gibi oldu ama bu sefer düşmedi. Küçük kızın annesinde özrün bini bin paraydı. “Önemi yok,” dedi Gökçe. Çok alışık olmadığı hatta kendine bile yabancı gelen gülücükler dağıttı annesiyle kıza. Güz güneşi koşar adım alçalıyordu. Adımlarını hızlandırdığında küçük kızın salıncakta sallanırken söylediği şarkı kulaklarına kadar geldi. Benim annem, güzel annem. Beni al kollarına…
Bir cevap yazın