Sıcaklar geri geldi. Uzun süren yağmurlu günler ve beraberinde getirdiği iç sıkıntısı yerini dinginliğe bıraktı demek isterdim ama öyle olmadı. Kahvemi aldım penceremi açtım ve yanına kuruldum. Buradan denizin incecik bir ucunu görebiliyorum. Elimi pencereden çıkarıp sabah esintisini hissettim, yapraklarını içeriye sarkıtan palmiye ağacıma dokundum ve ona sabah selamımı verdim. Ritüelimdir. Birbirimize hal hatır sormadan güne başlamayız. Minnoş varken de kahveden önce onun mamasını suyunu hazırlar, kumunu temizlerdim. Ben bu işleri yaparken miskin miskin yanıma sokulur, kafasını bacağıma sürter, kendini sevdirirdi. İki oynar şakalaşırdık. Yaşlanmıştı artık yavrum, çok sesi soluğu çıkmazdı gün içinde. Yerinde kıvrılır uyurdu. Onu ne çok özlüyorum.
Sabah sessizliğini içime çekerek ruhumu dinginleştirmeye çalışırken bu aralar her yerden zırt pırt çıkan motor kuryeler zevkimi sonlandırdı. Üç beş kuşun cılız cıvıltısı da bu gürültünün içinde eriyip kayboldu.
Bugün gereken okumalarımı yapıp birkaç öğrenciyle projeleri hakkında konuşacağım. Başka da bir işim yok. Zaten canım bir şeyde yapmak istemiyor. Dikkatimi başka şeylere vermek istesem de bazen bir müzik, bazen hoş bir koku kimi zaman alakasız bir yerde karşıma çıkan bir fotoğraf beni dürtüyor ve yine Aysel geliyor aklıma. Artık bundan kaçmamaya karar verdim. Bugün bütün gün Aysel’i düşüneceğim. Aysel’in kokusu Aysel’in gülüşü Aysel’le olan gezilerimiz.. Bundan başka nasıl kurturulur bilemiyorum.
Kulaklığımı takıp müziğimi açtım, çalışma odama geçip çalışmaya başladım. İstediğim gibi verimli bir çalışma olmadı ama üstesinden geldim sanırım.
Öğleye kadar bunlarla oyalandım sonra kalktım yemek yapmaya giriştim. Basit bir yemek yapmaya karar verdim. Dışarıdan yemek söylemekten midem isyan eder oldu. İş başa düştü artık. Kolay yemeklerle başlasam gün gün ilerletirim herhalde. Tabii Aysel varken böyle değildi. Ne istesem çarçabuk yapar önüme koyardı. Bunu nasıl yapıyordu acaba? Hiç kafa yormamışım. Yumurta kırmak bile mesele benim için. Mutfağı bir güzel dağıttıktan sonra isteksizce toparladım, bulaşıkları makineye koydum. Yemek yerken gittiği günü tekrar yaşadım. Birbirimize sarf ettiğimiz her kelimeyi düşündüm. Ne zaman bu kadar nefretle dolmuştuk? Kırılma noktası neydi bilmiyorum. Aşkla başlayan ilişkimizi yıllar içinde içinden çıkılamaz bir hale getirmeyi başarmıştık. Yaşanılan tüm güzellikleri egomuzla zehirleyip paçavraya çevirmiştik.
Bağırırken nasıl görünüyordum? Yemeği bırakıp aynanın karşısına geçtim. Sessizce öfkeli bir an yaratıp bağırmaya başladım. Bu ben miydim? Sonra Aysel’in yüzü gözümün önüne geldi. Dağılan saçları, kurumuş dudakları gözlerinin kenarından süzülen boynuna inen gözyaşları. Ardından evin halini hatırladım. Elimize geçen ne varsa yere atmışız. Her yer darmaduman. O gittikten sonra evi düzene koyup toparlamak zaman aldı. Birine yer açmak kadar boşalan giysi dolabını düzenlemekte bir meseleymiş. Dolabın bir tarafında asılı duran kıyafetlerime bakınca ortaya çıkan boşluk ne kadar rahatsız ediciydi. Ağızdaki eksik diş gibi.
Masanın başına döndüğümde iştahım kaçmıştı. Artan yemeği çöpe döktüm. Dünyanın bir tarafı açlıkla mücadele ederken yaptığım doğru değildi biliyorum. İsraf etmeyin! Zaten iyi söylemler insana kendisini kısa bir an iyi hissettirir, sonra kendi dünyamızın ikiyüzlülüğüne döneriz.
Bir bardak soğuk su koydum kendime, o ağır kavgadan sonraki sahne gözümün önüne geldi. İkimizde suçlu çocuklar gibi koltuğun bir köşesine oturmuş kendimizi kapatmıştık. Orada ne kadar süre kaldım bilmiyorum. Bir ara uyumuşum. Tıkırtıları duyunca gözlerimi açtım. Aysel toparlanmıştı. Bavullarını kapının önüne yığmıştı. ‘‘Dur !’’ dedim birden , ‘‘Gidecek biri varsa benim . Sen bu saatte nasıl? Hem nereye? ’’ Parmağını dudağına koydu, sus işareti yaptı. ‘‘Boğulurum burada.’’ Başka da kelam etmedik. Oturduğum yerde kalakaldım.
Savaşın kazananı yoktur denir ya. Bu da iki kişilik bir savaştı. Ölü bedenlerden farklı olarak elimizde ölü ruhlar bıraktı.
Sonunda da kadın gitti, kedi de öldü.
Bir cevap yazın