Vikipedi’ye göre 1970’ler, 1 Ocak 1970’de başlayan ve 31 Aralık 1979’da sona eren Gregoryen Takviminin içinde bulunan, dünya tarihinde bir “değişim ekseni” olarak adlandırılan bir on yılı kapsar. Bu on yılı karşılayan sözcük ise bana göre : “Umut”tur. Annemle babamın umutla beklediği beş yılın sonunda, Mart’ın on beşinde bir Pazar günü sabah saat sekiz buçukta dünyaya gelmişim.
Doğduğum yer Osmanlı döneminde eski İngiliz mezarlık alanı olan araziye 1849 yılında inşa edilmiş ve 1851 yılında hizmete girmiş şehirdeki ilk Müslüman Türk hastanesi. Tarihi iki katlı taş ve ahşap bir bina olan bu hastanenin eski adı Gureba-yı Müslimin Hastanesi. 1950’lerde İzmir Konak Devlet Hastanesi adını almış. O yıllarda henüz ultrason cihazı kullanılmadığından çocukların cinsiyeti önceden bilinmezdi. Doğumdan sonra mahallede ilan edilen ilk bilgi bebeğin cinsiyeti olurdu.
Doğduğum yıllarda Türkçe Pop Müzik, Anadolu Rock Müzik ve Arabesk Müzik rüzgârları esiyordu. Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço, Orhan Gencebay, Ajda Pekkan, Neşe Karaböcek , “İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız” şarkısını söyleyen Tülay Özer’li yılladı. O yıl şarkıdaki o fidanın dalı güller açmıştı ve ben doğmuştum. Büyük ihtimalle mahallenin komşu teyzeleri “ Falanca doğum yapmış, kızı olmuş adını da Tülay koymuşlar.” diye cinsiyetime dair bilgiyi mahallede ilan etmişlerdi.
Annemlerin anlatımına göre konuşmaya başladığım zamanlar ilk söylediğim şarkı Barış Manço’dan “ Dayay dayay kuyban olam yol vey çeçem” miş ( Çevirisi: Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem ). Tamirci Çırağı, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Aldırma Gönül diyen şarkılar çalışmayı, emeği, hakkı, adaleti çoğaltırken ,“ Hayat Bayram Olsa”, “Bu ne dünya kardeşim seven sevene” diyerek sevgiyi çoğaltırlardı. O Yıllar, Semiha Yankı’nın “ Seninle bir dakika/ Mutlandırıyor beni” şarkısıyla Türkiye adına ilk kez Eurovision Şarkı Yarışması’na katıldığı, yarışmada on dokuzuncu, gönüllerde birinci olduğu yıllardı.
Komşuluk ilişkilerinin en sıcak yaşandığı yıllardı yetmişler, zaten sonrasında da hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Televizyon evlerimize yeni yeni girmeye başlamıştı. O zamanlar en sevdiğim dizi Elizabeth Montgomery’nin oynadığı “ Tatlı Cadı Samantha ” idi. Evimizde henüz televizyon yoktu, haftada bir kez Samantha ve Darrin’in sihir dolu maceralarını izlemeye komşu anneme giderdim. Yıllarca çocukluk hayallerimi O’nun gibi tatlı bir cadı olmak süsledi. Burnunu sağa sola kıvırıp sihir yaptığında her şeyi yapabiliyordu çünkü. Tek bir hayalim olsa sadece o hayalim gerçekleşecekti, oysa tatlı cadı olabilirsem tüm dileklerimi gerçekleştirebilecektim. Çocuk aklımla ne kadar akıllıca bir hayal kurmuşum meğer. Komşu annede utangaçça izlediğim Tatlı Cadı’ya olan sevgim evimize televizyonun alınmasıyla sonuçlandı, burnumu kıvırıp ilk sihirimi yapmıştım.
Çatılar çatallı antenlerle dolmaya başladı yavaş yavaş. Belli saat aralıklarında ve siyah beyaz yapılan televizyon yayını sık sık teknik arıza nedeniyle kesilir, uzunca bir zaman gözler sabit ekran görüntüsüne takılı kalırdı. Ayhan Işık, Sadri Alışık, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray’lı filmler izlenir, kötü adamlara ver yansın edilirdi, filmin sonunda iyiler kazansın isterdik, genellikle de öyle olurdu. Ama bir Nuri Alço vardı ki bir bardak gazozla kızları kandırır, onları kötü yola düşürürdü. O gazozlar yüzünden yıllarca gözümün önünde açılmayan gazozları içmedim.
Sokağın hayatımızdaki yeri başka idi, oyun alanımızdı sokaklar. Dört duvar arasında oynamayı bilmezdik biz. Kot şortumu geçirir, hava kararana kadar oynardım. Annemin talimatıyla sokaktaki özgürlük alanım kapımızın önü ile sınırlansa da, yakalamaca, saklambaç gibi oyunları oynarken doğal sınır ihlal edilirdi. Lakabım sokakta erkek Fatma, okulda ise Tatlı Sert dizisindeki cevval Emma Peel yani Pördi’ydi. Toz toprak içinde oynarken en güzel atıştırmalığımız salça veya sana yağı sürülmüş dilim ekmekti. İddialıydım, kendimi unuturdum oynarken, dizlerimin yarası hiç eksik olmazdı. İp atlar, ortada sıçan, tombilibiç, istop, yakan top oynar, bisiklete binerdim. Oynadığımız tüm oyunlarda kurallarımız, ilkelerimiz vardı. Takımı kurarken bile dengeli ve adil olmaya özen gösterirdik.
Her birimiz birer küçük mucittik. Sokağımızdaki yokuştan aşağı kaymak için bulduğumuz yassı tahtanın arkasına yeşil kalıp sabun sürer, o tahta parçasını afilli bir kayağa dönüştürürdük. Dandy sakızının resimleri, gazoz kapakları, meşelerimiz en nadide koleksiyonlarımızdı. Tipi tip sakızının kâğıtları ile parlak jelatin Çokomel kağıtlarını elimizle düzeltir, kitap aralarında saklardık. İddiasına oynadığımız oyunlarda sermayemizdi onlar, kaybedince acayip üzülürdüm. Arkadaşımın elinde gördüğüm bana ait Dandy sakız kartlarıyla düşen yüzüm epey süre toparlanmazdı.
Sokaktan geçen hiçbir satıcıyı boş göndermezdim, renkli macun, leblebi tozu, fıstıklı şambali, pamuk şeker ve dondurma. Ama dondurmada annem tarafından konulmuş sınırlamalar vardı, duruma göre o gün şansıma bir top tadımlık veya avutmalık boş külah düştüğü de olurdu. Çünkü zırt pırt boğazım şişerdi.
Her yıl İzmir Fuarı açılır açılmaz babam bizi Fuar’a götürür ve Fuar’lı günlerimizin açılışını yapardı. Bütün sanatçıları görür, göremediklerimin seslerini duyardım. Lunapark, hayvanat bahçesi favori mekanlarımdı. Uçan balon aldırmadan dönmez, her seferinde de kaçırdığım uçan balonumun göğe yükselişini ıslak gözlerle izlerdim. Eğer gökyüzünde başka bir kaçmış uçan balon görürsem bilirdim ki bir çocuğun daha benim gibi içi yanıyor. Şayet o gün o balon kaçmadan eve dönebilmişsek, odamın tavanında asılı kalışını izler, mutluluktan deli olurdum, ta ki yavaş yavaş sönüp aşağı düşene kadar. Ben pek hatırlamasam da babamın anlatımına göre Fuarda gazinoda Şükran Ay’ın kucağında ilk kez sahne almışım. Birlikte hangi şarkıyı söyledik acaba? “ Sevemedim kara gözlüm mü”, “Kalbimi kıra kıra mı ?” Yuttuğum o sahne tozundan olsa gerek o yıllarda yayınlanan, müdavimi olduğum Ses Dergisi’ni alır, şarkı sözlerinin olduğu bölümü açar, hayali şarkıcı olur, yalnız kaldığım anlarda şarkılar söylerdim.
Uçan Kaz Morton, Heidi, Pinokyo, Flipper, Lassie, Arı Maya, Şeker Kız Candy ile iyiyi, güzeli, değer vermeyi, yardımlaşmayı, hayvanları sevmeyi ve içi doldurulmuş değerlerlerle büyümeyi öğrendik.
Komşu komşunun külüne muhtaçtı o yıllarda. En eğlenceli vakitler komşularla geçirilirdi. “Akşam müsaitseniz annemler size gelecek ” sorusu, postacı güvercini görevini üstlenen çocukla salınırdı komşuya. Bizim evin postacı güvercini bendim. Mahallemizde en sevdiğimiz komşularımız Halit Amcalardı. O zamanlar sıkça elektrik kesintisi olur, bu durumlar için gaz lambası kullanılırdı. Halit Amcaların bizde olduğu akşamlar elektrikler kesilsin isterdim, çünkü o karanlık anlarda bize öyle güzel masallar anlatırdı ki, o büyük adamın nasıl bu kadar çok masal bildiğine şaşardım.
Moby Dick’in yazarı Herman Meville : “ Bu dünyada her şeyin değeri kendi karşıtıyla meydana çıkar.” diyor. Şimdilerde geçmişe duyduğum özlemle arabamda dinlediğim radyo kanalım hep nostaljik şarkılar çalıyorsa sebebi, annemin el emeği göz nuru dantel örtülerinin motiflerinde gizli zerafeti, Halit Amcamın masallarındaki iyiliği, komşu annemde izlediğim Tatlı Cadı dizisine teşekkür olarak tığla örüp ona hediye ettiğim zincirlerdeki çocukça vefayı özlediğimdendir. Oynadığımız oyunlarda dahi hak yemeyen, birbirimize kızsak ta küsmeyen, oyuna gelmeyen arkadaşımızı merak eden, topla oynanan oyunlarda topun sahibi olsak ta ayrıcalık istemeyen, büyüklenmeyen, arkadaşına sahip çıkan, yolda bırakmayan, erdemli çocuklar olarak büyüdük biz.
Bu yüzden aşırı hassas, duygusal ve kırılganız. Şimdilerde olmayan başkalıkların, farklılıkların hasretini çekiyoruz. İçinde yaşadığımız düzene sansürsüz bakıyor, adaletsiz olan her şeyi fark ediyor ve için için isyan ediyoruz. Ötekileştirilen duyarlı azınlıklarız, romantik filmde gözyaşı döken, gördüğü her acıdan, fenalıktan, felaketten iz taşıyan , “ uzun yolda taş yemiş bir otomobil camına benziyor beyinlerimiz ”.Dünyayı en iyi okuyanlardanız, kör değiliz, gerçekle apaçık rastlaştık, kaybettiğimiz, yoksunluğunu hissettiğimiz her şeyin, azalan insanlığın gölgesi düştü üzerimize. Nesneler tanıdık ama her şey yabancı, yaşamın bocaladığı yerdeyiz, çemberin dışında, delilik ile velilik arasındaki sınırdayız velhasıl. Hiçliğin farkındayız, ego zavallı görünüyor gözümüze. Çünkü ucunda ölüm var.
Şimdilerde Amerikalı zencilerin Blues’u, Arjantin’in Tangosu, Portekiz’in Fado’su, Anadolu’nun uzun havasıyız, bozlağıyız. Geçmiş ve gelecek arasında bağ kurmaya, hayat deneyimlerimizden elde ettiğimiz hasat ile yeni bir biz inşa etmeye çalışıyoruz. Biz acı çeken ötekiler, dışarıdan duyulmayan bir çığlığı atıyor, yeryüzünde olan hazmedemediğimiz ve tahammül edemediğimiz olan bitene dayanabilmenin yollarını arıyor, hatır için sizden biri gibi yaşıyoruz. Aristoteles’e göre hayatı çok sevmekten ileri gelen bir ruh köpürmesi halidir bu.
Sonrasında ruh durulur, sakinleşir ve her şey değişir. Bardağın dolu mu boş mu olduğuyla ilgilenmezsin artık. Çünkü sonra içilen hiçbir yudumun ilk yudum gibi olmayacağını biliyorsundur. Sokakta kan ter içinde oynarken çok susayarak koştuğun musluktan içtiğin, ilk yudumda içini ferahlatan su gibidir çocukluğun, bir daha hiçbir musluktan akan su o içtiğin yudum gibi ferahlatmayacaktır içini bilirsin.
Yarın benim doğum günüm, bir yanım büyürken, çocuk kalan diğer yanımdan besleniyorum. Yaşımı unuttum, bilmiyorum, aklımda kapıda bekleyen bahar var ve Sezen’in şarkısı çalıyor kulaklarımda. İyi ki doğdum ben, beni ilk ben kutluyorum.
“ Sonra bir nağme mırıldanırım
Hala her şeyden çoksun
Ey benim dikenli yolum!
Çocukluğum, olgunluğum
Ey benim çilehanem!
Yana yana yolculuğum
Ne yapsam nereye gitsem
Olmuyor
Hayattayken araftayım
Bir hatıraya sevdalı
Hem kazanan hem kaybeden
Taraftayım”.
Bir cevap yazın