Ilık bir ilkbahar sabahında güzel kokularla uyandı Armin. Mis gibi kokan portakal ağaçlarının kokusuna babaannesinin hazırladığı kahvaltının kokusu eklenmişti. Tereyağında kızartılmış yumurta, tuzlu yoğurt, keçi peyniri, üzerine zeytinyağı dökülmüş yeşil zeytin pişmiş çökelek, turunç ve ceviz reçeli sofrada rengârenk tabakların içinde yerlerini almıştı. Bunlar Armin’in en sevdiği kahvaltılıklardı; ama yine de sevinemedi Armin. Babaannesini üzmemek adına sofraya oturdu. Uzun uzun hayallere daldı. Anne ve babasıyla yaptığı uzun kahvaltılar gözünde canlandı. Doktor olan anne ve babası genelde pazar günleri evde olurlardı. Armin pazar günlerini iple çekerdi. Saatler süren kahvaltı, kahve keyfiyle son bulurdu. Kakuleli çifte kavrulmuş sade Türk kahvesi. Armin çocuk olmasına rağmen çok severdi kahveyi. Fakat doktor olan anne ve babası yaşının küçük olduğunu, kahvenin sağlığına zarar verebileceğini söylerlerdi. Kızlarının onlara eşlik etmesi adına eser miktarda kahveyi sütle karıştırır kahve fincanına döker evlerinin balkonunda deniz manzarası eşliğinde içerlerdi. Bazı pazarlar ise pikniğe çıkarlardı ailece. Armin doğa aşığı bir çocuktu. En yakın arkadaşları ağaçlardı. Ağaçlara sarılır, onlarla sohbet ederdi En çok defne ağacını severdi. Yapraklarına dokunur güzel kokusunu içine çekerdi. En fazla defne ağacının bulunduğu Harbiye‘ye gitmeyi çok severdi. Her gidişinde babası ona memleketi Antakya‘nın en güzel efsanesini olan Defne efsanesini anlatırdı. Kendisine âşık olan nehirler kralından kaçmaktan yorulup ağaca dönüşen Daphne (Defne) isimli güzel kızın efsanesi. Daphe’nin gözyaşlarının dağları delip şarıl şarıl akan Harbiye şelalesini oluşturması Armin ’de aslında hüzün yaratırdı. Çünkü fark ettirmeden defalarca annesinin gözyaşlarına tanık olmuştu. Bunca yıl her gece herkes uyuduktan sonra ağlayan güzel annesinin gözyaşları da tıpkı Daphe’ nin gözyaşları gibi bir şelaleye yahut bir akarsuya dönüşebilirdi. Belli etmek istemese de hep bir hüzün vardı Armin’in annesi Meryem’de. Bekleyiş ve özlem okunurdu gözlerinde. Gülümseyen güzel yüzüne rağmen.
Meryem Mardinli Süryani bir ailenin kızıydı. Ailesi şehrin ileri gelen varlıklı ailelerinden biriydi. Babası ve abileri kuyumculukla uğraşıyorlardı. Aslında telkâri ustası olan babası atölyesine girer, birbirinden güzel takıları tel tel işlermiş. Yerli ve yabancı turistler çok beğenirmiş Agop Ustanın yaptığı takıları. Farklı farklı ülkelerden insanlar siparişler verir tülü türlü takılar alırlarmış Agop Usta’dan. Büyük dedelerinden kalma bu işi şimdi abileri yürütmekteydi. Fakat hiçbiri Agop Usta kadar yetenekli değildi. Ailenin kadınları ise ev hanımıydı. Annesi erken yaşta evlenip abilerini ve Meryem‘i dünyaya getirmiş ve yaşamını onlara adamış. Meryem annesini çok severmiş ama onun gibi erken yaşta evlenip ev hanımı olmak istemiyormuş. Meryem’in tek hayali doktor olmakmış.80li yıllarda Mardin’de üniversite okuyan kız çocuğu sayısı oldukça azmış. Ona rağmen babası hayallerine engel olmamış. Ama iki tane şart koşmuş Agop Usta. Meryem üniversiteyi bitirdikten sonra Mardin’e dönecek ve yaşamını birleştireceği, evleneceği insan Süryani olacaktı. Aksi halde babasını ve tüm aileyi hatta bu şehri yok sayıp unutması gerekiyordu. Şartları kabul etti Meryem. Evlenmeyi düşünmüyordu zaten kariyerinde en üst noktaya kadar gelip ait olduğu topraklara kadim şehir Mardin’e dönecekti. Fakat öyle olmadı. İstanbul da tıp eğitimi alırken sınıf arkadaşı Mehmet’e aşık oldu. Koskoca sınıfta hatta İstanbul’da en tanıdık yüzdü Mehmet’in yüzü aralarındaki onca farka rağmen.
Mehmet Antakyalı bir ailenin oğluydu. Babası İsmail Efendi çiftçiydi. Babasından kalan bahçelerdeki mandalina, portakal, limon ağaçlarını yetiştirir; sonbahar aylarında toplar az bir kazançla pazarcılara satardı. Ailesi geçindirmek için başkalarının tarlarında gündelik olarak çalışır, yaz aylarında ise Adana’ya pamuk toplamaya gidermiş. Bir ağustos sabahında Adana’ya gitmek için ayrıldığı evine geri dönemedi. Mehmet henüz beş yaşındayken babasını trafik kazasında kaybetmişti. Başka kardeşi olmayan Mehmet annesiyle zor şartlarda yaşamak zorunda kalmış. Annesi Elif oğlunu okutabilmek için çok uğraşmış bahçelerini satmak zorunda kalmış ama başarmış. Mehmet’in tıp fakültesini kazanması adeta ikisinin başarısıymış.
Mehmet uzun boylu geniş omuzlu mavi gözlü yakışıklı bir gençti. Fakültedeki bütün kızlar hayrandı ona üstelik bölüm birincisiydi Mehmet. Başarısının yanı sıra ahlaklı bir gençti. Hiçbir kıza boşa umut vermemiş hiçbirinin kalbini kırmamıştı. Fakat ilk görüşte Meryem’e Âşık olmuştu. İpekyolu kadar uzun saçları Mezopotamya ovasını andıran yemyeşil gözleri vardı. Boşuna dememiş şair insan yaşadığı şehre benzer diye. Tıpkı memleketi gibi kadim bir ruhu vardı Meryem’in onca yaşanmışlığa tanıklık eden. İşte en çok da o ruha âşık olmuş Mehmet. Meryem’in güzeller güzeli yüreğine sevdalanmış ve vazgeçmemiş bu sevdadan. Meryem defalarca reddetmiş onu. Yok, saymış hislerini anlatmış imkânsızlıkları ama vazgeçmemiş Mehmet. İnanmış ve çok sevmiş. Meryem de sonunda yenik düşmüş yüreğine. Meryem’in ailesi durumu kabullenmemiş. Defalarca anlatmaya çalışmış Meryem Mehmet’i tanımalarını istemiş tanırlarsa çok sevip razı olacaklarından eminmiş ama nafile abileri dahi destek olmamış Meryem’e. Gizlice evlenmekte bulmuşlar çareyi bunu öğrenen ailesi onun bir daha Mardin ‘e ayak dahi basmasına izin vermemiş.
İkisi de uzmanlıklarını tamamladıktan sonra Antakya ya yerleşmişler. Meryem çocuk Mehmet ise göz doktoru olmuş. Mehmet’in annesi de ilk zamanlarda bu evliliğe onay vermemiş ama Meryem’i tanıdıkça çok sevmiş kızı gibi görmüş. Meryem de çok sevmiş Elif anneyi. Ailesinin yokluğunda ona tutunmuş. Beraber yaşasınlar istemiş Meryem ama ELİF anne kabul etmemiş. Küçük bahçeli evinden ayrılmak istememiş. Fakat Meryem her fırsatta Elif anneyle vakit geçirirdi. Antakya çarşılarını beraber gezmeyi çok severdi. Mardin e çok benzetirdi bu şehri. Tıpkı Mardin’deki gibi farklı inançlara sahip insanlar bir arada kardeşçe yaşıyordu Antakya’da. Fakat farklı kültür, inanış ve mezhepten insanların evliliğine sıcak bakmıyordu insanlar. Kendisi gibi evliliklerinden dolayı aileleri tarafından dışlanmış insanlarla tanıştı ama Meryem in evliliği onlara göre daha cesur caydı onlar yaşadıkları topraklarda yaşamlarını sürdürürken Meryem bir daha dönmemek üzere memleketinden ayrılmıştı.
Cesurca aldığı bu kararın en güzel ödülü Armin evlendiklerinden üç yıl sonra dünyaya geldi. Armin adeta güzel iki şehrin birleşimi olan bir kız bebekmiş. Mezopotamya ovasının Akdeniz’le kucaklaşması gibiymiş. Bir gözü yeşil bir gözü mavi. Gülüşü ılık bir deniz meltemi, kızgınlığı sert bir karasal rüzgâr gibiymiş. Ama genelde sakin dingin bir yapısı varmış Armin’in. İsminin anlamını taşıyan bir karakteri varmış algıları, açık zeki, duygusal ve hassas bir kızmış. Her şeyin farkındaymışçasına bakarmış bebekken annesinin gözlerine. Üzülmemesini her şeyin yoluna gireceğini söylermiş. Tüm farkların ortadan kalkacağını insanın insan olarak kabul gördüğü günlerin çok yakında geleceğini müjdeler gibi bakarmış gözleri.
Armin biraz daha büyünce annesi ona dedesini anneannesini ve dayılarını anlatmış uzun uzun. Dedesinin kızına yaptığı telkâri kolyenin bir benzerinin olmadığını dayılarının da çok yetekli bir kuyumcu olduğu gözlerinin annesine benzediğini anlatıp durmuş. Akrabalık derecesini tam anlayamadığı Bahe amcayı da unutmazmış. “Onu sağken tekrar göre bilmek için neler vermezdim.” dermiş. Meryem’in sevgiyle bahsettiği ailesinden Armin nefret edermiş. Annesine küstükleri onu dışladıkları en önemlisi bu kadar üzdükleri için. Bazen babasına da kızardı Armin. Keşke Mardinli olsaydı diye düşünürdü babası, Armin orada doğsaydı. Annesi bu kadar üzülmez, yaşadığı şehirden ayrı kalmazdı ama Armin Antakya’yı çok seviyordu hem Mardin’de deniz yokmuş nasıl sevilir ki denizi olmayan bir şehir?
Armin bu sorunun cevabını birkaç yıl sonra bulacaktı. Annesi yaşadığı üzüntüye ve özlem duygusuna daha fazla dayanamayıp yataklara düşünce son vasiyet olarak Armin in Mardin’e gitmesini istedi. Son kez gidip göremediği şehrini kızı görsün veda edemediği ailesiyle tanışsın istedi. İyi olacağına kurtulacağına çok inansa da söz vermiş Mehmet Meryem’e. Eğer Meryem ölürse Armin’i ne mutlaka Mardin’e götürecekti. Hastalandıktan kısa bir süre sonra Meryem yaşamını yitirdi.
Annesinin vefatını uzun süre kabullenemedi Armin. Kısa bir iş seyahati sonrası annesinin döneceğini söylüyordu herkese. Zaten ara ara böyle seyahatlere çıkıyordu iş icabı. İnkâr dönemi sonrası korkunç bir dönem başladı. Hayata küstü Armin henüz on yaşındaydı ve annesine çok ihtiyacı vardı. Onsuz bir hayat istemiyordu. Ölmeği çok istedi. Hatta kendini öldürmeği düşündü ama babası vardı. Onu yalnız bırakamazdı. Hele böylesine üzgünken. Bir de dünyalar iyisi babaannesi. Zaten onların dışında hiç kimseyi görmek istemiyordu. En büyük huzuru ağaç dostlarının yanında bulurdu. Her birinin gövdesine teker teker sarılır uzun uzun ağlardı. Aldığı psikolojik destekle beraber babası ve babaannesinin sayesinde birkaç ay sonra toparladı Armin.
Babasının işleri yoğun olduğu zamanlarda babaannesinde kalıyordu Armin. Bazı sabahlar ameliyat sonrası kahvaltıya yetişebiliyordu babası. Bu sabah kahvaltı sofrasına dalgın dalgın bakarken babasının sesiyle irkildi. Koşup boynuna sarıldı. Hep beraber babaannesinin hazırladığı kahvaltı sofrasına oturdular. Kızının toparlandığını, daha iyi olduğunu gören babası ona annesinin vasiyetinden bahsetti. Bunu duyan Armin inanamadı duyduklarına bu kadar kızgın olduğu bir şehre, insanların yanına nasıl gidecekti. Annesi, ailesi ve memleketine duyduğu özlem yüzünden hastalanıp öldü. Nasıl giderdi oralara. Hem cenaze töreninde dayılarını görmüştü uzaktan. Gitmesine gerek yoktu. Sonra düşündü Armin ve Mardin’e gitmeye karar verdi. Böylece hem annesinin son isteğini yerine getirecek hem de annesinin doğduğu yaşadığı toprakları görecekti. Fakat aile bireylerinden hiç kimseyle görüşmek istemiyordu. Mardin’de görmek istediği tek bir kişi vardı o da annesinin yüzünde bir gülümseme eşliğinde sevgi ve özlemle bahsettiği Bahe amca.
Akşam saatlerinde babasıyla bindikleri otobüs gece yarısından sonra Mardin’e varmıştı. Şehir merkezine yirmi kilometre kala şehrin uzaktan görüntüsü Armin’i büyülemişti. “Bak Armin, Işıklar adeta bir gerdanlık gibi dizili ve ışıl parıldıyor.“ dedi babası. Gülümsedi Armin. Değişik bir heyecan kapladı içini. O an seveceğini anlamıştı annesinin şehrini. Şehir merkezine yetiştiklerinde saat gece ikiyi gösteriyordu Otobüsten indiğinde yüzüne değen hava çok yabancı ve kuru geldi ona. İlkbahar olmasına rağmen üşümüştü. Çok sessizdi şehir; karanlık, soğuk. Ölüm gibi. Ama artık korkmuyordu ölümden. Tüm bunları düşünürken ne ara taksiye bindiklerini ne ara otele geldiklerini anlayamamıştı. Geldikleri otel daha önce tatillerde kaldıkları otellere benzemiyordu. Çok değişik bir mimarisi vardı otelin. İçeri girdiğinde daha çok şaşırdı Armin. Oteldeki her odanın bir ismi vardı. Bu isimleri daha önce hiç duymamıştı. Babası Şahmeran isimli odada kalmak istediğini söyledi. Şahmeran’ın kim olduğunu soran kızına Şahmeran’ın da tıpkı Defne gibi bir efsane olduğunu söyledi. Bu topraklarda yaşadığına inanılan yarı insan diğer yarısı yılan olan kadının adıydı Şahmeran. İrkildi Armin. ”Çok korkunç.” dedi. Daha fazlasını dinlemek istemedi.
Ertesi gün yol boyunca uzanan tarihi ev ve konakları gezdi. Mardin müzesinde şehrin tarihi kalıntılarını inceledi. Yer altından çıkarılan silahlar, paralar, tarım aletleri buranın medeniyetin doğduğu topraklar olduğunu kanıtlar gibiydi. Kasımiye ve Zinciriye Medreseleri ise eğitim ve bilime verilen önemin göstergesiydi. Mardin’in eski evlerinin arasındaki dar sokaklardan geçerken annesinin çocukluğunu hayal etti. Kim bilir belki de annesi bu dar sokaklardan geçmiş tarihi abbaraları önünde oyunlar oynamıştır. Babası onu şehir merkezindeki Protestan kilisesi ve Kırklar kilisesine götürmüştü ama o en çok Deyrulzafaran manastırını merak ediyordu. Gün sonunda nihayet şehrin dört kilometre uzağındaki manastıra gittiler. Etrafı ağaçlarla çevrili manastırı uzaktan gören Armin in içi huzurla doldu. Manastır bahçesinde çam ağaçları, zeytin ağaçları ve badem ağaçları vardı. Ağaçların arasında ise rengârenk açan çiçekler. Sarı renkte bir bitki çekti dikkatini. Babasına sordu. Babası bu bitkinin manastıra adını veren safran olduğunu, manastırın inşası sırasında duvar harcına safran konduğunu, duvarların bu yüzden bu renkte olduğunu söyledi. Çok ilginç gelmişti Armin e babasının anlattıkları. Babası daha önce gelmediği halde ne çok şey biliyordu burayla ilgili. Bir kez daha anladı babasının annesini ne çok sevdiğini.
Manastırın iç kısımlarını rehber eşliğinde gezdiler. Güneş tapınağından sızan ışığa uzun uzun baktı Armin. O an annesini yanında hissetti. İbadet alanına yakın bir yerde çam ormanlarını andıran tütsü kokusu geldi burnuna. Derin bir nefes aldı ve kokuyu içine çekti. Bahe amcayla tanışmak için artık kendini hazır hissediyordu. Babası manastır görevlisine kendilerini tanıttı. Görevli onları altmış yıldır manastırın misafirhanesinde yaşayan Bahe amcanın odasına götürdü. Bahe üç çocuklu Süryani bir annenin oğludur. On yaşındayken annesi iki kardeşini de alıp Suriye’ye gitmek zorunda kalır Bahe’yi bir süreliğine manastırın misafirhanesine bırakır ve döneceğine dair söz verir. Aradan yıllar geçer ama Bahe’nin annesi geri dönmez. Bahe bugün yetmiş yaşında olmasına rağmen on yaşındaki haliyle Türkçe, Arapça, Kürtçe ve Süryanice annesine olan özlemini haykırır dururmuş. Armin Bahe amcanın odasının önüne gelince heyecandan kalbi duracak gibi oldu. Kapalı kapının ardından Bahe amcanın hıçkırıkları duyuluyordu. Armin kapıyı çaldı. Bahe amca heyecanla sordu:
-Anne sen mi geldin?
Armin usulca kapıyı açtı. Karşısında küçük bir kız gören Bahe amca tekrar ağlamaya başladı. Bunun üzerine Armin de hıçkırıklara boğuldu. Annelerini aynı yaşta kaybeden iki yürek birbirine sarıldı. Ve ikisinin ağzından aynı anda dökülüverdi sözcükler:
– Seni çok özledim anne.
– Beriya ti kiriye.
– Ene iştakat leki.
Oıı körolıa ınnah
Bir cevap yazın