Yazların sıkıcı kurağına kışların soğuk yalnızlığına sahip bir mevsimi taşıyorum içimde. Bitmek bilmeyen bir yalnızlık örtüsü ruhumda. Odamın penceresi, dün geceden kalan soğuğa davetiye çıkarmış ondan olacak bu ürperme. İçeriden Halime teyzenin alarm tadında sesi geliyor yine. Kahvenin uyku kaçırıcı sarhoşluğunu taşırcasına bir şeyler anlatıyor anneme. Sesinin gürlüğü tavandaki örümceği bile ürkütmüş olacak ki hayvan kaçacak yer arıyor sanki. İçimde “yine uyandırdı” nidaları kol geziyor. Olsun diyorum. Yatağımın hemen sağ tarafında bulunan beyaz ama bir o kadarda çocukluğumun ‘kara’lamalarına maruz kalmış olan çekmecemin içindeki saati alıyorum. Öyle saat demekle de geçmemeli tabi. Akrep, yelkovan ne ararsan var. Hem de on ikiyi gösteriyor. İnanır mısınız – belki de benim için- dünyada bundan başka her dakika her an on ikiyi gösteren başka bir saat daha bulunamaz. – Evet, evet belkide benim için öyle olmalı. (Olmalı mı?) Evet bu saat daima on ikiyi göstermeli. Tam on ikiden vurmalı hatıralarımı…
Saatler…Mevsimsel saatler, dakikalık, ömürlük saatler…
İşte tam da şu anda kalbim mantığımı yerinden oynatmış olacak ki düşünemiyorum. Tavandaki örümcek bile Halime teyzenin ürkütücü, gür sesini bırakmış cesaretimi bir saygı duruşu edasıyla selamlıyor, kımıldamıyordu. Çünkü yıllar sonra bu bozuk, bir çekmece hayatı yaşayan saati ilk defa elime alıyordum…
Derin bir iç çekiyorum şimdi. Beş yıl önce hayatını kaybeden bu adamı -babamı- elimdeki şu küçük aletle yeniden anıyorum. Ondan kalan tek hatıram…
Babam, şu çöp şehirde terzi Mehmet diye anılan işinde gücünde bir adamdı. Ben ise onun ölümüyle hep çocuk hep bir terzi Mehmet’in oğlu olarak kaldım. Bakmayın adımın Serkan olduğuna ben terzi Mehmet’in oğluydum işte. Gerçi annem bu duruma içerlesede onun hatrına ara sıra Serkancılık oynuyor ve varoluşumu tekrar gerçekleştiriyordum. Ah şu var olmak!
Tavandaki örümcek biraz daha hareketleniyor, işte Halime teyze sesini biraz daha yükseltti. Hayır hayır. Egzisyantalist ifadelerime bir tepki belkide. Yapmalısın diyorum kendime yapmalısın. Ruhu bünyesinden arınmış bu saati, tekrar yaşatmalısın. Belki o zaman babamda bir yaşama hevesi bulur kollarımda. Belki.. Cesaret edemeyeceğim sanırım. (Etmelisin)
Evden hızlıca çıkıp bir saatçi dükkanına doğru yola koyuluyorum. İlerdeki durakta bir grup insan sanki otobüs beklemek yerine cesaretimi yokluyor. Gitmemek geliyor içimden, korkuyorum. Uzun süre dışarı çıkmamanın anksiyetesi sarıyor içimi. Bedenim ruhuma bir veda busesi konduruyor, öyle bir anksiyete. İşte yaklaşıyorum durağa. İnsanlar baştan aşağıya süzüyor cesaretimi, öyle geliyor. Ama bir şeyleri yaşatmak istiyorum, yaşamak… 20-25 yaşlarında hafif kıvırcık, 1.70 boylarında olduğu anlaşılan gözlüklü bir cesaretçi hafifçe sokularak yanıma (işte şimdi gitmeliyim buradan) küstahça yaşamam gerektiğini bağırıyor yüzüme ve ekliyor:
“Pardon, saatiniz kaç?”
Bir cevap yazın