Sobalı evlerin isli duvarlarında, kış güneşinin gölgesi ile oyun oynayan çocuklardık biz;
Yürekleri islenmemiş…
Güneşi ilk sen yakaladın, ilk ben yakaladım kavgasına tutuşan…
Güneşi tutmak mühimdi çünki, çocuk aklımızla bile bunun farkında olabilmek apayrı bir ayrıcalıktı;
Güneş, aydınlığın en somut göstergesiydi çünki…
Tutuşan sadece biz değildik tabikide;
Kovasındaki, çıralı odunları da tutuşurdu, kızaran sobanın…
Mis gibi kokusuyla fokurdayan, ıhlamurdu hep üzerinde, o isli küçük çaydanlığın…
Ve de çaydanlık etrafında kabuklarına çentik atılan kestaneler; çatallanmış bir iki patates…
Kıvrım kıvrım portakal ya da mandalina kabuklarının o egzotik kokusu ıhlamur kokusuna karışıp odaya yayılırdı, öylece…
Bu ahvâl içerisinde;
Tüm ailenin kedisi Tekir, odanın en torpilli köşesine kurulur; kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallar,
Ara sıra esneyip, sıkca yalanırdı,
Tabiki de patilerini…
Keyfine diyecek yoktu.
Bir de o tahta çamaşır mandalları olmasa!
Ah olmasa!
Sobalı evlerin isli duvarlarında, kış güneşinin gölgesi ile oyun oynayan çocuklardık biz;
Yürekleri islenmemiş…
Güneşi ilk sen yakaladın, ben yakaladım oyunu uyduran…
Ocak ayı başında, kimi zamanda ortasına doğru ilk kar yağardı.
Çabucak erir geçerdi…
Sonra da ikinci ve üçüncüsü…
Bir ve ikincisi kurtlu olur derdi annem,
Kar helvası yapıldığından, zannımca;
Üçüncü olanı en kiymetlisiydi.
Bu sebepledir ki; birincisi en itibarsız olanı ikincisi sadece oyunlar oynanılanıydı…
Sobalı evlerin isli duvarlarında, kış güneşinin gölgesi ile oyun oynayan çocuklardık biz;
Yürekleri islenmemiş…
Güneşi ilk sen yakaladın, ben yakaladım oyunu ile avunan…
Günler geçer, bahar gelir soba boruları ile birlikte yıkanıp, paklanır odunluğa kaldırılırdı…
Kireç badanası ile duvarlar islerinden arınır, beyaza ererdi…
Güneş her sabah doğar, kuşlar öter, çicekler gülücük atardı….
Gelincikler kırmızı, papatyalar sarı ve beyaz..
Bahar güzeldi velhasıl…
Yeşil en canlı haliyle taze taze; en cakalısından klark çekerdi, ardı sıra sıralanan günlere…
Sobalı evlerin isli duvarlarında, kış güneşinin gölgesi ile oyun oynayan çocuklardık biz;
Yürekleri islenmemiş…
Güneşi ilk sen yakaladın, ben yakaladım oyunu uyduran…
Çocukluk güzeldi velhasıl…
Kâğıt helvacı dolanırdı sokaklarda;
“Dondurmam gaymak” deyip çığırtan o gür sesli yanakları kırmızı kırmızı olan dombik amca…
Sonra delik ceplerde bozukluklar aranır bulunmayınca annelerden azar işitme pahasına liranin peşinden seyirtme safhası başlardı…
Her bir çocuğun haftada bir kez annesinden terlik yeme hakkı vardı;
Benim üç!…
Zaman hızla geçer, hayatlar birer mum gibi kimisi yanar yanmaz, kimisi yarısında, kimisi de sonuna geldiğinde sönüverirdi…
Ama herşey, bütun hepsi bir yana;
Güneşi sen yakala çocuk ve sakın ola bırakma!..
Feryad-ı Naz, Nuh Karaaslan
Bir cevap yazın