Çin’ in Vuhan kentinde gelen garip garip haberlerin, evlerin balkonundan ciyak ciyak bağırmaların, ağızlarda, maskeler , bom boş sokaklar henüz alışık olmadığımız tuhaflıkların ve ilkbaharın ilk günleri..
Kışın kaz pahalı olduğundan şimdiden on tane yavrusunu alıp büyütmek daha iktisatlı olur diye düşündüm. Sarı Sarı ,bıcır bıcır on tane civciv aldım. O kadar sevimli o kadar sevimli şeylerdi ki! tarifsiz. Penceremden rahat görebileceğim bir yere eski televizyon sephasından küçücük bir kümes, kümesin etrafına çalı çırpıdan çit yaptım.
Her gün ilk iş olarak su kaplarına su, yem kaplarına yem dolduruyorum. Her tarafı kapalı kümesin, kapısı olarak kullandığım tahtanın aralığı incecik açık. Civcivler bu aralıktan beni gördüklerinde çığlık çığlığa bik bik bik bağırışıyorlar. Hele su şırıltısı , yem kabının takur tukur sesleri yavruları bir an önce çıkmaları için deliye dönderiyor. Hazırlıkları tamamlayıp tahtadan kapının önünde ki taşı kaldırmamla, onların tahtayı devirip dışarıya hücum etmeleri bir oluyordu. Birbirlerini eze eze, bağıra çığıra ,bir sudan bir yemden gagalayarak kursaklarına yem depo etme yarışı başlardı.
Bir yandan da boğuk inlemelerle cik cik teşekkürlerini ediyorlardı.
Haziranı geçirdik. Temmuz ayının başlarındayız. Uzaktan seyrettigim yeşil dağlar bozarmaya, apartmanlarımızın bitimiyle başlayan tarlalar sararmaya, yeşil tonlu çimenler kurumaya, uzun günler de yavaş yavas kısalmaya başlamıştı. Kazlarım da artık civcivlikten çıkmış, her biri piliç döneminde. Bik bik sesleri gak gaggak haline dönmüş. Onlar büyüdükçe su ve yem tüketimleri de arttı. Artık beni çok iyi tanıyorlar. O kadar ki üç dört kişiyle yanlarına gittiğimizde diğerlerinden kaçıp ayaklarımın arasında gıklayıp duruyorlardı. Ne yalan söyleyeyim ben de onları çok sevmeye başlamıştım. En büyüğünün adını “Kale” koymuştum. Zannımca erkekti Kale. Gurubun lideriydi. Boyları enleri büyüdiükçe yerleri dar geliyordu.
Hanıma” kazları köye götürelim, şehir yerinde komşularda rahatsız oluyor.” Dedim. O da “biraz daha büyüsünler, tarlalar biçilsin öyle götürürüz “dedi.
Artık işimiz, gücümüz, sohbetlerimizin konusu kazlarla alakalı. Kar yağacak, kazlar kar yiyecek öyle kesecektik. Kar yiyen kazaların eti daha lezzetli oluyormuş. Güneş’te sırıklara asıp kurutacaktık. Her kardeşe birer tane yollayacaktık. Kalanları kırmızı köy bulgurunda pişirecek ve kurut ayranıyla birlikte afiyetle tüketecektik.
Derken bir akrabamızın vefat haberini aldık. Hanımla taziyeye gidip geldik. İşte bu gelmemizle birlikte hayatımızın rengi değişti. Hanım baş ağrısından duramıyor. Ateş, öksürük, ter, halsizlik.. Televizyonda anlatılan korona belasının tüm belirtileri mevcut. Hastane evimize yakın. Yine de gitmek istemiyorum. Korona morona olmuşsak, bilmememiz daha iyi diye düşünüyorum. Bir iki gün ” ortalık hastalığıdır , geçer.” Diyerekten doktora gitmedik. Hanım ağrılardan, öksürükten dört dolanıyor. Baktık olacak değil hastaneye gittik. Kan almalar, film cekmeler derken korona testi yapacaklarını söylemesinler mi?…
Ben genç doktora biraz sitemkär konuştum.” Ne koronası ,ne testi ? Biz test mest yaptırmayacağız. Taa Çin’den kalkıp gele gele bizi mı buldu bu meret?
Test yaptırmayacağız o kadar.” Doktor boynunda asılı dinleme cihazını sol eliyle tutarak, ” Amca haberin yok galiba. Test sonucu pozitif çıksa bile siz ilk değilsiniz ki. Bu hastannenin ikinci katı olduğu gibi covid 19 servisine dönüştü. Şu anda bir sürü covid hastamız var. Ayrıca pandemi kuralları gereği test yapmak zorundayız.” Dedi. İtirazım fayda etmedi. Astronot kıyafetli bir hekim, bir çubuğu hanımın ağzına burnuna sokarak numune aldı. Sonucun iki gün sonra belli olacağını, bu süre zarfında evden hiç bir yere ayrılmanız gerektiğini sıkı sıkıya tenbihleyip bizi evimize gönderdiler.
Temmuz sıcakları git gide artmış, bunaltıcı hava hastalığımıza tuzbiber olmuştu. Kazların altın sarısı renklerinden artık eser yok. Gri beyaz tonda, yavaş yavaş uzayan kanatlarıyla, gagalarının ten renginden siyaha dönüşmesiyle ergenlikten yetişkinliğe adım atmışlardı. Yüksekçe bir taşın üstüne oturup etrafımda dolanmalarını izlemek değişik bir duyguydu. En ufağının ayak perdeleri ayrı renkteydi. Onun adını da papuçlu koymuştum. Hepsini ayrı ayrı tanıyordum.
Akşam haberlerini dinliyorum. Koronadan titreyip sokak ortasında düşerek ölen biri gösteriliyor, hastanelerde sedye üzerinde hortumlu, fanuslu ,baygın hastalar, hastaların başında koşuşturan sağlıkçılar beni tedirgin etti. Telefonum çaldı. Kısa bir tanıtım faslından sonra telefondaki doktor, eşimin testinin pozitif olduğunu hemen gelip bizi karantinaya alacaklarını söyledi.
Üstüme Kaynar su dökülmüş gibiydim. İşte korktuğumuz başımıza gelmişti. Ter ve stres her yanımı kaplamıştı. Açık pencerenin yanına oturdum. Ruh halimi fazla belli etmek istemiyorum. Kümeste kazlarım her şeyden habersiz çoktan uyumuşlardı.
Nihayet kapımıza yanaşan bir ambulanstan iki hekim indi.İç kapımızda evimize girmeden ellerindeki evraklara TC numaramızı, telefon numaramızı yazdılar. Telefonlarımıza mesajla sözleşme gönderdiler. Artık dışarı çıktığımızda yasa gereği ücbinyüzelli TL ceza yiyecektik. Zarurî ihtiyaçlarımızı alo 112 yi arayarak yardımlarıyla giderecektik.
Kabus karabasanlarla dolu geceyi zoraki sabahladım. Eşim ayrı odadaydı. Bize verilen maskelerden birini takdım. Eşime kahvaltısını, ilacını uzak durarak verdim. Yapmacık bir gülümseme gösterdim. Yutmadı. ” Bey ! bu neydi başımıza gelen?” Ben kendimi toparlayarak; ” Her şey Allah tan. Hem o kadar korkma. Bak binlerce kişi iyileşiyor.” O ise” Ölen de çok” karşılığını verdi. Sesimi az yükseltip emin bir tonla” Doktoru duymadın mı? Durumun tehlikeli olsaydı seni hastaneye götüreceklerdi. Ama öyle olmadığı için evde tedavi görmen uygun görüldü.” Biraz rahatladı.
Öksürük krizi bittikten sonra penceden dışarı baktı. ” Bu kazlar ne olacak şimdi?” Diyerek bam teline dokundu.
Sahi bizim dışarı çıkmamız yasak, bu kazlara kim bakacaktı?
Güneş her zamanki yolundan git gide yükseliyordu. Bir eşek arısı yolunu şaşırmış odama girmişti. Helikopter vınlamasıyla bir iki duvara çarptı. Cama birkaç kere sürtünüp hızla dışarı uçtu. Kazların kümesine doğru iniş yaptı. Kazlara her gün bu saatte su ve yemlerini veriyordum. Yolumu dört gözle bekliyorlar. Yan odadan öksürük karışımı bir sesle hanım su istedi. Götürüp verdim. Kazlar ne olacaktı?
Telefonla birinci kattaki komşuyu aradım. Su ve yemlerinin hemen kümesin yanında olduğunu, Allah rızası için gidip vermesini istedim. Kaplarda ,etrafta virüs olabileceğini ileri sürerek isteğimi red etti. Çaresiz beşinci kattan aşağıyı, kümesi gözlemliyorum. Sephadan bozma kümesten kaz vaklamaları bana kadar geliyor. Seslerini duyurmaya çalışan hayvanlar avaz avazdı. Vakit ilerledikçe hava ısınıyor. Hava ısındıkça kazlar susanıyor. Kazlar susadıkça sesleri daha gür çıkıyordu. Saat onbir oldu. Aklıma iki blok ötede köylümü aramak geldi. Hayvanların çok aç ve susuz olduklarını , gelip onlara su ve yem vermelerini söyledim. O da gelemeyeceğini , hastalıktan korktuğunu beyan etti.
Havanın sıcaklığı had safhadaydı. Artık ortalıkta ne sinekler ne de köpekler görünmüyor. Hepsi bulabildikleri gölgelik yerlerde sinmiş olmalı. Kazlarım hala bağrışıyorlar. Onların susuz ve aç hâllerini düşündükçe sinirlerim geriliyor.İsyankar düşüncelere giriyorum. Yasağını sevsinler. Ben dışarı çıkıp bu hayvanlara ulaşmalıyım.İyi de polislere yakalanırsam! Az para değil cezası. Bir maaşım kadar. Olamazdı. Şu apartman yöneticisini arayayım. O da bana yardımcı olmadı. Üstelik KOAH hastası olduğunu, kesinlikle çıkmamamı, asansör düğmelerine, yok merdiven trabzanlarına temas etmememi , yoksa şikayet edebileceğini söyledi.
Saat oniki. Madem temaslı olduğum için karatindayım virüs ben de olmayabilir. O halde çıkmamda sakınca olmaz. Bir daha vazgeçtim. Gah mutfağa gah odama gidip geliyorum. Hanım halsiz yatağında yatıyor. Kazların sesi git gide azalıyor. Kim bilir belki bayılmaya başladılar. Daracık yerde, bunaltıcı sıcakta, aç ve susuz, bu masum kazların günahı neydi? Elimdeki selpak mendilim ıpıslak. Damacanadan bir bardak su doldurdum. İçemedim. Aşağıda kazlarım susuzluktan baygın düşmüş, bu suyu rahatlıkla içemezdim. Suyu öfkeyle lavaboya boca ettim.
Pencereden aşağı bakıyorum. Kümesten sesler çok cılız geliyordu. Vay yavrularım! Ne kadar susamışsınız şimdi! Ne kadar da zalimmiş insanoğlu?.. Biraz daha beklesem ölecekler. Bir şey yapmam lazım. Hem de derhal.
Birden aklıma yangın merdivenleri geldi. Oradan kimseye çaktırmadan inebilirdim. Tişörtümü pantolonumu giydim. Yavaşça kapıyı açtım. “Bismillah” deyip adımımı dışarı attım. Hırsızlığa gider gibi parmak uçlarıyla yangın merdivenlerine çıkan kapıya yöneldim. Tam de öğle ezanı okumaya başladı. Yavaş yavaş dolambaçlı merdivenleri inip dışarı çıktım.
Kümeste hiç ses seda yok. Tahtayı alıp fırlattım. Kazlarım yere serpilmiş baygın yatıyorlar. Bir tekmeyle kümesi yana devirdim. Bir yandan da “yasağınıza da size de başlarım şimdi. Vah yavrularım, vah Kale’m, oy kazlarım! ” Şeklinde sitem ediyorum. Şükür ki hiç biri ölmemisti. Hemen bidonlardaki bütün suları leğene boşalttım. Kazlarım hepsini leğene koydum. Serinleyip su ictikçe birer birer kendilerine geldiler. Onlar canlandıkca ben sevindim. Oy kınalı mınalı kazlarım! Oy kurban olurum size! Ne çok susamışsınız böyle.
Eski hallerine dönmeleri uzun sürmedi. Biraz yemden biraz sudan derken canlanıp etrafımda dönmeye başladılar. Bütün yemi önlerine döktüm. Leğeni ağzına kadar su doldurdum. Artık içeri girmeliydim. Geldiğim yerden kendimi eve attım. Penceremden keyifle kazlara bakıyorum. İyice yiyip içtiler. Göğüslerini gere gere kanat cırptılar. Gagalarıyla göbeklerini , göbek altlarını kaşıdılar. Kafalarını sağa sola eğip gökyüzünde kartal , şahin yokladılar. Beni farketmeleri için bili bili bili diye seslendim. Kale boynunu narince eğip gaaaak diye cevabını verdi.
Sırayla çitin kenarına çıktılar. Kale en önde diğerleri boy sırasıyla arkasına dizildiler. Baş boyun hareketleriyle garip garip sesler çıkararak yürüdüler. Sallana sallana gittiler. Toprak yoldan, tarlaların arasından gittiler. Bir yandan göz yaşlarımı siliyor, bir yandan burnumu çekiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Deli düzlerde sahipsiz sabaha çıkmaları mümkün değildi. “Gidin yavrularım gidin hiç olmazsa ölümünüz özgürce olsun.” Diye mırıldandım.
Ve önce kale , sırasıyla ötekiler, en sonunda papuçlu buğday tarlaları arasında gözden kayboldular.
Cihangir BOZ
Bir cevap yazın