Akşamüstü eve dönerken, akordu tutmayan tuşların arasına sıkışmış çocukluk hayalimin sesi çalındı kulağıma. Durdum, sesin geldiği yöne baktım. Estetikten yoksun kaba saba, gri, sözde kentsel dönüşmüş binaların arasında zarafetiyle dimdik duran Yeşil Bahar İlkokulunun pencerelerinden mahalleye yayılan sesi, Baronesin sesini duydum.
Oturduğumuz apartmanın giriş katındaki piyano öğretmeni ve onun konservatuara giden kızı sayesinde hayatımıza girmiştin. “Bu kızın kulağı çok iyi, muhakkak bir enstrümana yönlendirilmeli!” denince; annem ve babam soluğu tavsiye edilen bir antikacıda almışlardı.
Dört adamın omuzlarında ağır ağır girmiştin evimize, salonumuzun baş köşesine. İlk akşam, uzak batıdan evimize gelen, karşında nasıl duracağımızı bilemediğimiz, medeniyetin bizzat kendisi, yabancı misafirimiz. Gururlanmıştık.
1,5 metre uzunluğun, 50 cm enin, bir metre yüksekliğinde demir çapraz dediklerindendin. Siyah ahşap gövden, fonksiyonunu hiç anlamadığım üç siyah çerçeven vardı. Gözlerim komşu kızın piyanosunu, iki yanında bulunan pirinç şamdanları aradı. Ayak kısmında iki pirinç pedal, bombeli kapağın, mışıl mışıl uyuyan 52 beyaz 36 siyah tuş takımın. Uyandırmak üzere oturdum başına. Başladım hepsiyle teker teker tanışmaya. Do, re, mi, fa, sol…Pedallardan birine bastım sesin yükseldi diğerine bastım alçaldı; lá.. lá.. lá…lá değişiklik olmadı. İlk günden kulağıma çalan o bet ses. Ne hayallerle oturmuştum başına. Bir şey bildiğimden değildi ama lá’n.. Dönüşememişti.
Deprem riskine karşı önlem alıyorlar köyümüzde. Sadece Kadıköy’ün riskiymiş gibi, önce komşular arasına nifak tohumunu sokuyorlar, 20- 30 senedir birbirinin yüzüne bakan insanları birbirine düşürüp güzelim balkonlu, üç oda bir salon evleri, hayatları, anıları, komşulukları, arkadaşlıkları üzerine su sıkarak yıkıyorlar. Depreme dayanıklı ultra lüks kibrit kutuları teslim ediyorlar karşılığında. Blok betondan hallice sevimsiz lá gibi dönüşmüş dev kütlerler dikiyorlar her yanımıza.
Bozuk lá’na basarak çok ses yaptığım için, denize tekne indirir gibi, konu komşunun yardımıyla, kah iterek kah kaydırarak, seni benim odama taşıdılar. Beş yaşımdayken, buz gibi bir kış günü annemle gezdiğimiz bir resim sergisinde, ressam kadının “kızınız çok güzel resmini yapabilir miyim?” ricasıyla başlayan; sıcak bir mayıs günü, kışın giymiş bulunduğum yeşil palto ve kırmızı ekose atkıyla kan ter içinde verdiğim pozlarla son bulan portremin hemen altına seni bırakıp gittiler. Siyah eski bir tuvalet giymiş, mesafeli, yaşını almış bir barones, diktin gözlerini üzerime. Bebeklerimi yerleştirdim üzerine, ortamı yumuşatmak için.
Tablodaki kız kim sorusunun ardından, tatlı kolay bir parça, takılan lá, ile ilk öğretmenim. Parmaklarının hareketlerini dikkatle izlemiştim. Sonra ne çaldıysa ondan dinlediğime yakın bir şey çalarak, o pis uyuz la’na birkaç kere sert basarak ilk dersimizi sonlandırmıştım. Sadece olumsuzluklara takıldığımı söyleyen annem kapıdan bizi dinledi. Öğretmen Hanım senin akorda ihtiyacın olduğunu, kapıdan çıkarken de anneme çok keskin bir kulağım olduğunu söyledi. Yalnız konservatuar sınavı için yetenek yeterli değildi. Piyano çalmak sadakat gerektirirdi. Çok sıkı çalışmam konusunda ikisi de hemfikirdi.
Kadıköy Rıhtımın ortasında pembe kuvars gibi parlayan Belediye konservatuarını dev bir muşambayla sardılar. “Eskisine sadık kalarak yaptık” diyerek, köyümün sokaklarına alelacele sevimsiz binalar dikiyorlar. Susuyorum, elimdeki bardağa bakıyorum.
İlkokul sıralarıyla yeni tanışmış, üzeri siyaha bulanmış bir tatlı renktim. Tek ışık boynumdaki beyaz yakaydı. En büyük sorunum tutukluk yapan lá’ndı. Siyahları çıkarmak, kendi rengimi bulmaktı amacım. Arkamdan atlı kovalar gibi çaldığım parçalarda elinde kementle beni yakalamaya çalışan öğretmen hanım “Piano piano kızım, yavaş tatlım, es kızım, ölçüyü kaçırma tatlım!” diye yönlendirmeler yapardı. Yavaş çalarsam; telefon tellerine konmuş kargalar gibi duran notalara yakalanacağımı biliyordum. Öyle de oldu. Dört aydır her şeyi ezberden çaldığımı anlayan öğretmen hanım sağlık sorunlarını bahane ederek derslerimize son verdi.
Dev bir şantiyeye dönen Kadıköy’de mahallelerin sistematik olarak yok olmasından, yok olurken ardında bıraktığı gaz kokusuna maruz kalmaktan, daracık, balkonsuz, ruhsuz dönüşmüş evlerde sağlık sorunu yaşamayan kaldı mı acaba?
Akortsuz tuşlarında kaybolan lá gibi, diktikleri koca blokların arasında kayboluyor mevsimler. Bulutları görmeden, çimlere basmadan, yağmura dokumadan nasıl yaşanır bilmiyorum. Yoğun, nahoş duygular içinde kayboluyorum.
Annemle her Kadıköy’e gittiğimizde belediye konservatuarının önünden geçerdik. Ellerinde notalar tutan, enstrümanlar taşıyan rengarenk öğrencileri görünce heveslenirdim. Kendi siyah önlüğümü çıkarmak, bu çok sesli, bol renkli okula gitmek istiyordum. Annemin dediğine göre kırk fırın ekmek yemem gerekiyordu. O uyuz gevşek lá sesini duymak istemediğim için yeterince çalışmıyordum.
Her gün okuldan dönünce senin önüne oturup, kara kaplı kitaplardan gökkuşağını çekip çıkartmam gerekiyordu. Hem de piano piano. Avuçlarımın içinde pinpon topu tuttuğumu farz ederek, tüy gibi kondurmalıydım parmaklarımı, okşar gibi, sakin. Hırçınlaşmadan. Ekmek yiyerek yavaşlamaya çalıştım. Her çalamadığım nota için bir parça ekmek. Ayarım bozuldu.
Bugün ağzıma hangi lokmayı atsam, acaba hangi duygumu yiyorum diye soruyorum kendime. Önlerine konan Suç ve Ceza tadında ki solfej kitaplarını yalayıp yutanlar başarılı birer piyanist oldular. Ben daha yolun başında bin senedir aynı şekilde çalınan parçalara karşı kendimce bir mücadeleye girişmiştim. Notaları, Bachları okumak için değil kendi bestelerimi yazmak için ister istemez öğrendim.
Beni sınava hazırlaması için yeni bir öğretmen bulundu. Siyah karanlık odasında küçük minik kalpleri kırmaktan hiç çekinmeyen kötü bir cadı. O kimsenin ayağına gitmediği için biz onunkine gidiyorduk. Her hafta karın ağrısıyla kıvranıp şefkat dileniyordum. Konservatuarı kazanmam için gereken kırk fırın ekmeği yiyerek midemin bulantısını geçirmeye çalışıyordum. Bir yandan da harıl harıl az lá’lı bestelerimi çalışıyordum.
Uzun bir senenin sonunda sınav günü geldi çattı. Annemle Kadıköy Rıhtımdaki Belediye konservatuvarından içeri girdik. Benim gibi heyecanlı bir sürü çocuk, annem gibi bir sürü veli vardı. Sıram gelince bir odaya aldılar. “Kimden çalacaksın” diye sordular. “Kendimden” dedim. Ve coşkuyla dokundum belediyenin billur sesli piyanosunun tuşlarına. Her bir vuruşta coştum, her bir es’de heveslendim. Kurtuluşa çok yakındım.
Başarısızlıkla sonuçlanan sınavdan sonra barones, yıllarca sana el sürmedim. O bet sesini duyacağım korkusuyla kapağını kaldırmadım dahi. Káh bar, káh kitaplık olarak kullandım seni. Zaman zaman kapağını açtım ama çok oyalanmadan kapadım. Arka fondaki resimler, fotoğraflar, posterler zaman içinde değişti ama sen o duvarın önünde dimdik durmaya devam ettin. Seninle ne yapacağımı bilemedim. Bir gün geldi seni azat etmeye karar verdim. Bardağın dolu tarafını gören çocuklarla mutu ol, bu odada çürüme istedim.
Her şeyin ziyadesiyle dönüştüğü bu şehirde antika piyanoyu verecek bir yer bulamadım. Yıllar sonra hevesli bir öğretmenle tanıştım. Şaşırdım. 4 adam buldum mahalleden, geldiler sırtladılar, piano piano çıkardılar seni hayatımdan.
Kentsel Dönüşmemiş, nadide evimizin balkonunda oturuyorum. Ne çok kereler kırıldı şu narin hevesim onu düşünüyorum. Bir müzik aleti çalmanın hobiden fobiye dönüşmesinin tek sorumlusunun ben olmadığımı biliyorum. Yeşil Bahar İlkokuluna bakan çürük çarık sokağımızdan; minik omuzlarında taşınması için özenle seçilmiş, sevimli çantalarında ağır yükler taşıyan, süper kahraman kostümlü çocuklar görüyorum. Üzülüyorum onlar için, kendi çocukluğuma üzüldüğüm gibi.
Yan daireye yeni taşınan genç kızın elektronik piyanosundan çıkan ahenkli sesler ruhumun çatlaklarından kardelen gibi çıkıyor. Seni düşünüyorum.
Söylesene Barones bardak dolu muydu, ben mi göremedim?
E.
Nisan’22