Atalarımızın zamanında, ‘’Vakit nakittir.’’ diye söylediği bu atasözü, hâlen büyüklerimiz
tarafından nasihat edilirken kullanılıyor. ‘Kulağımıza küpe olsun, yaptıklarımızdan ders
çıkaralım’ maksadı ile söylenen bu söz, yıllar geçse de eskimeyecek sanırım. Peki, zamanı bir
kalıba koyarak, tarif edebilmemiz mümkün mü? Bence değil. Çünkü, zaman her yerde,
herkeste farklı işliyor. Bazen o lahzaya bir insanın göz bebeğinde rastlarız, bazen de
sözcüklerin gizeminde keşfederiz. Belki de zamanın serüveni de burada başlıyordur, kim
bilir? Saniyeyi, dakikayı, saatleri saydığımız çok an olmuştur hayatımızda. Büyük bir heyecan
ile beklediğimiz, kalbimizin maraton koşmuşçasına gümbür gümbür attığı anlar mesela. Bu
sınav sonucumuz da olabilir, sevdiğimiz insan ile hayatımızı birleştirirken, ‘evet’ diye
coşkuyla bağırıp, artık tek değil, iki kişi olmamız da. Öyle zamanlarda gün, normaline tezat
olarak hızlıca geçmiş gibi gelir; adrenalinden karnımız kasılır, nabzımız kontrolden çıkar
sanki. İnsan düşüncelerine nasıl söz geçiremiyorsa, bedenine de geçiremiyor işte.
Duygularımız kendini ele vermese bile, vücut dili bunun tam tersi bir şekilde işliyor. Mutlu
olunan, gülünen ve eğlenilen vakitlerin aksi olduğunda da zamanın hiç geçmediğini fark
ederiz. Ağır aksak geçen gün yetmiyormuş gibi, bir de buna susturamadığımız düşüncelerimiz
ve o anki ruh hâlimiz de eklenince işin içinden çıkamaz hâle geliriz. Normal rutinimizde
yaptığımız şeyleri yapmak istemeyiz, dünyadan soyutlanırız ve kimse ile iletişime geçmek
istemeyiz. Depresyon battaniyesi, saçımıza yaptığımız bol bir topuz ve buna eşlik eden
kahvemiz olur sadece. Elimizi ayağımızı her şeyden çekeriz o anlarda. Kahve, battaniye ve
televizyon üçlüsü ile gün geçer gider âdeta. Duygularımızın bize söylediği çok şey var aslında.
Televizyonda bir film veyahut da Netflix’te sevdiğimiz bir dizinin yeni çıkan sezonunu
izlediğimizde normalde atıştırmalıklarımızı alır ve kuruluruz koltuğumuza. Sürekli elimizden
düşürmediğimiz telefonumuzu da koyarız bir köşeye ve bakarız keyfimize. Lâkin yeni
toparlamaya başlamışken üstümüze yine bir keyifsizlik çöktüğü zaman, bize iyi gelen şeyi
bile yapmak istemeyiz. Serotonin ve dopamin gibi mutluluk verici hormonlarımızda azalış söz
konusu olduğu zaman, iyi olan ruh hâlimizin yerini sebebini bile bilmediğimiz bir hüzün alır.
Tam olarak depresyon da demek istemiyorum, çünkü mutluluk nasıl anlık bir duygu ise,
mutsuzluk da o denli bir duygu. Öyle ki insan nasıl bazı tepkilerini kontrol edemeden, aniden
gösteriyorsa bu duygular da bir nevi öyle; refleks gibi yani. İkizler burcunun değişkenliğinden
mi dersiniz buna, yoksa zamandan insana düşen pay mı, bilmem. Tek bildiğim şey,
duyguların da mevsim misali değişken oluşu. Bir tarafımız yazı yaşarken, diğer tarafımız
ayazda kalmış gibi buz tutuveriyor. Sonra da güz gibi dağılıyoruz bir anda, ama kalkmasını da
biliyoruz ayağa. İnsan her zaman savrulamaz ya? İlkbaharın müjdecisi gibi, içimizde çiçekler
açıyor bazen de. Fakat nasıl ki bir çiçeği toprağa ektiğimizde, ona gerekli özeni
göstermediğimiz zaman bize küserse, bu çiçekler de öyle. Çorak bir toprak gibi verimsiz de
kalabilir; capcanlı ve hayat dolu da, yeşertmek de kurutmak da bizim elimizde. Sonunda dört
mevsimi yaşadık; nadasa kaldık, toparlandık ve küllerimizden yeniden doğduk.
İnsan ne tam olarak iyi, ne de tam olarak kötü. Hangi tarafını bastırıp, hangi tarafını açığa
çıkarmak istediğine bağlı. Kefesinde hangi duyguları daha baskın ise onun esiri oluyor ve
davranışları da ona göre şekilleniyor. Ama her insan için araf dememiz daha doğru olur
bence. İyi veya kötü diye bir sınıflandırma yaparsak eğer, daha sonra yanılmamız da cabası
olur çünkü. Yıllarımızı geçirdiğimiz, tanıdığımızı zannettiğimiz insanlar, gün gelince aslında
hiç tanıyamamış olduğumuz ve bize yabancı gelen birine dönüşüyor bir anda. ‘’Ya da aslında
hep öyleydi,’’ diye geçiriyoruz içimizden ve de son eklememizi yapıyoruz. ‘’Ama ben
tanıyamamıştım.’’ Ne kadar acı, değil mi? Şöyle bir süzüyoruz o kişiyi, baştan ayağa tam bir
hayâl kırıklığı ile doluyor yüreğimiz, tüm benliğimiz… Tavırları farklı, duruşu farklı ama en
önemlisiyse gözünün içine baktığımız zaman güldüğümüz o insan gitmiş, yerine kırk kat el
gelmiş sanki. Ne acı… Hoş, ayaküstü sohbet ederken tanıdığımız bir insanı da, izlerken veya
tartarken bile neyi ne kadar doğru söylediğini asla bilemeyiz. Ancak bize gösterdiği kadarını
tahmin edebiliriz, onda bile yanılma payımız bir hayli fazla. Tanıdığımızı aslında hiç
tanımadığımızı; bir yabancıyı ise gözlem yeteneğimizi zorlasak bile, çözemediğimizi
sonradan fark ediyoruz. Pandora’nın Kutusu gibi de diyebiliriz, içindeki başka dışındaki
bambaşka. Kutuda tehlikeli bir şey varmış gibi gözükse de, orada umut gizleniyor aslında.
Gerçekte olanla yansıyan her daim farklı oluyor, bize de buna inanmak ve inanmamak
kalıyor. İnsan kalbine mi güvenmeli, yoksa mantığı ile mi hareket etmeli o anlarda? İşte orası
tamamen muamma. ‘’Her tercih bir vazgeçiştir.’’ derler ya, bir anda insan o dönemeçte bulur
kendini. Mantığını konuşturup, inanmamayı seçeceksen eğer, kalbini de susturmayı bileceksin
o zaman. Kalp konuştuğu an, mantık devreden otomatikman çıkar zaten. Kalp ile aklın ezeli
savaşı da böylece başlamış olur. O hâlde ne diyelim, hoş geldiniz dehr tutulmasına.
Velhasıl kelam, zaman da aslında bir paradokstan ibaret. Dönüp dolaşıp, insan kendini
başladığı yerde buluyor. Yaprakların rüzgârdan dolayı kendi etrafında dönüşü, bir doğa olayı
olan fırtınanın izlediği dairesel hareket… Hayat da bu döngü üzerine kurulu zaten, insan
değiştiğini zannetse bile her zaman başlangıç noktasında buluyor kendini. Aklımız dengesini
şaşırıp, tutulsa bile, doğa savrulmamıza izin vermeyip, bizi yine ve yeniden sıfır noktasına
geri döndürüyor. Başlangıcı olan, lâkin sonu belli olmayan yollarda tökezlemek yerine, kendi
yolumuzda ilerlemek dileği ile.
*dehr: zaman, süre.
Bir cevap yazın