“Yüreği mühürlü gözlerini
Bitmez tükenmez döl bereketini
Akdeniz’in çıplak güneşini
Eksiksiz bırakıyorum anaç toprağına
Tanığım ol Antakya’
Sabahattin Yalkın “Tanığım ol Antakya” isimli şiirinin sonunda böyle seslenir âşık olduğu kente… Bu sesleniş, yeryüzünde önemi kavranmış kadim şehirlerin kökenine inen çığlıklara benzer bir bakıma…
İnsanlar mı şehri, şehir mi insanları yaratır diye sormadan edemiyor insan?
Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, insanlar gibi doğup, insanlar gibi gelişip fakat insanın aksine ölmeye yakın yeniden yeşeren bir ağaca benziyor Antakya… İnsanların ona olan ilgisini karşılıksız bırakmayan bir çekiciliğe sahip. Mekân olmanın çok ötesinde, konuk ettiği insanların yaşamını yönlendiren, kişilik kazandıran mitolojik bir gizem barındırıyor topraklarında… Bu gibi şehirler, inanç, kültür, sanat, edebiyat, medeniyet gibi insanlık kültürünün beslenmesine ev sahipliği yapmak üzere kurulur sanki… Böylelikle tarihe tanıklık ederken, çoğu kez insan geçmişinin zikzaklarına dayanır. Onun gibi anlaşılmayı bekler bir bakıma… Popüler kültürün bir reklam aracı olarak kullandığı hoşgörü sözcüğünün çok ötesinde, mitolojik barış kültürüyle sarmalar toprağı…
Yeni bir kent kurmak isteyen Seleucus, Zeus’tan kendisine yol göstermesini isterken bu kentin gizemini sayıklamaya henüz başlamıştı belki… Zeus’a adanan kurbandan koparılan bir parça et, heybetli bir kartalın ağzında Silpius Dağı’nın eteği ile Orontes’in arasına bırakılırken, Seleucus’un aldığı bu işaret, yüzünü göğe dönen insanların ortaklaştığı bir şehrin ışıklarına konuyordu…
Doğu’nun Kraliçesin de Asi Nehri’nin yatağını bir ejderha tırnaklarıyla mı açtı sahi?
Titus Tüneli’ni adımlayan bir tarih, Mozaiklerin üzerinden kime ulaşmaya çalışır?
Cehennem Kayıkçısı Kharon bir dağın tepesinden şehre yarım bakış sunarken, Tapınak Şövalyeleri o ara neyi konuşurdu acaba?
Bir Antakya evinin avlusunda kurulan bir çilingir sofrasında her dilden söylenen şarkılar hangi mesajla ulaşırdı insana?
Bir şehrin mitosu insanların yaşama olan bağlılıklarını denetler durmadan… Seçimin tesadüflere bırakılmayacağını fısıldayan bir denetim… Sunmak istediği büyünün yarattığı etkiyi takip eder bir bakıma…
Çünkü bir kara parçasını şehir yapan şey, yükselen binalar ve uğuldayan insanların karmaşasından ibaret değildir… Geçmişin ensenizde hissedilen nefesi sizinle var olmadıkça, acısından, mutluluğundan ders çıkaramadığınız yapay kentler büyütmekten öteye gidemezsiniz… Oysa Antakya’nın dar sokakları, bu yapaylığa müsaade etmez… Toprağa döşenen gelişigüzel taşlarla ulaşır feryadınıza… Dolayısıyla insana ait olma, sorumluluk gibi duygularla seslenir… Yaşanan birçok olumsuz etkiye karşı, üzerinde kaynaşan toplulukla bağlarını koparmaz… İnşa ettiği mitolojik doku, gülümseyen bir ivmeyle konar kulaklara… Arzuladığı şehrin mavisiyle, farklı insanların yaşamayı kabullendiği kendine özgü bir mitos yaratır…
M.Ö 5000-4000 yıllarına dayanmış bir geçmiş, Hitiler’le başlayıp, Asur, Babil, Pers, Makedon, Roma, Grek, Bizans, Arap, Haçlı ve Osmanlı’ya ev sahipliyi yaparken, onların hırslarına kapılmadan onları dönüştürüp kaynaştırabilen bir kent… Asi’nin hırçın görünümünü esnetmek isteyen yumuşak bir doku… Aynı dilden konuşabilen değişik renkleri harmanlayıp, gülümseten şehir… Tarihsel, siyasal, ekonomik ve coğrafi etkileri nedeniyle farklı dil, kültür ve mezheplerin ortaklaştığı yaşam… Birçok din, mezhep ve mezheplere ait alt guruplar…
Belki bunların çok üstünde yaşayan, büyülü bir çatıya seslenir Antakya…
Murat DEMİRKOL
Bir cevap yazın