Kapı çaldı. Evin hanımı gelenleri karşılayıp salona buyur etti. “Hoş geldin”
ziyaretinde bulunanlar üst kattakilerdi. Ne zamandır sözü edilen “geleceğiz” faslı nihayet son
buldu. Kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında tokalaştı. Gelen misafirin üç aylık
bebeği de olunca tokalaşma faslından sonra bebek sevildi. Cicilerine iltifatlar, yanaklarına
iltifatlar bir zaman sürdü. Herkes oturacağı yere oturdu, yerleşti. “Geleceğiz” deyip de bir
zaman gelinemeyişin gerekçeleri sıralandı.
Tanışacak insanların ilk açacağı konu elbette memleket konusudur. Erzurumlu
olduğumuzu duyan babaannemiz oturduğu koltuğa iyice yerleşti. Yüzünde ortak payda
bulmuşluğun sevinci… Bu sevinç aynaya yansıyan ışık gibi parıldadı. Rahmetli eşinin tır
şoförü olduğunu, Erzurum’dan sürekli geçtiğini; hatta oradan geçerken bol bol pestil, köme,
kuru kayısı getirdiğini söyledi. Onay bekler gibi oğluna “Hatırlıyorsun Mustafa değil mi?”
dedi. Mustafa: “he ana” dedi, başını salladı. Babaanne, uçlarından tutmuş olduğu yeleğini
önüne kavuşturup ellerini göğsüne bağladı. “Rahmetli, eli boş gelmezdi. Bir kış yetecek
pestil, köme… İran’a da giderdi.” dedi. Küçük bir sessizlik oldu. Evin beyi, süresi kısa fakat
tesiri kuvvetli bu sessizliğin şehrin bütün sokaklarından duyulabileceğini düşündü. Ve
sonsuza dek bir devridaim içerisinde evinden çıkan bu sessizliğin sokaklara dolup
taşabileceğini. Evin hanımı: “Belli ki senin ömrün de pencerelerde geçmiş teyze.” dedi.
Babaanne: “He, eşim İran’a gidiyordu. Uzun sürerdi. Köyde idik biz.” dedi. Mustafa, iki elini
de bacaklarının arasına alıp gövdesini öne atarak “Bak bak, nasıl da lafı çeviriyor.” dedi,
güldü. Babaanne, utanıp elini ağzına götürünce herkes güldü. Herkes gülünce bebek de güldü.
Bebeğin gözleri, yanakları, burnu tekrar sevildi. Patiklerine güzel sözler söylendi. Daha sonra
evin hanımı önceden hazırlamış olduğu sofraya misafirlerini buyur etti.
Beyaz örtülü sofrada çeşit çeşit börekler, yaş pastalar, kuruyemişler… Bir de
memleketten gelen kuru kayısı, pestil, köme… Misafirlerin tabaklarına her çeşit yiyecekten
konuldu. Tabaklara konulanlar bitirilmezse bunun bir çeşit hakaret sayılacağı teamüldendir.
Ev sahipleri bu yazısız kuralı her hâlleriyle dillendirmeden belli ettiler. Peşi sıra çaylar doldu
boşladı. Babaanne, evin hanımına sofradaki şeylerin memleketten gelip gelmediğini sordu.
Memleketten geldiğini duyunca “Rahmetli eli boş gelmezdi. Bir kış yetecek pestil, köme…
İran’a da giderdi.” dedi. Mustafa, babaannenin gözlerine baktı, bir süre öyle kaldı. Artık
rahmetlinin konusunu açmasın diye mi baktı yoksa şekerinden ötürü yediklerine dikkat etsin
diye mi bilinmez.
Konu konuyu açınca babaanneyle Mustafa arasında anlaşılması güç, takip etmesi zor,
bol özel isimli koyu bir sohbet başladı. Babaanne:
- Baban son seferine çıktığında Ali’m o zamanlar yedi yaşında mıydı oğlum?
Mustafa, kafasında aldı verdi; parmaklarını, dudaklarını işin içine katarak: - O zamanlar Selami emmim daha sağdı. Traktörünü yeni almıştı. Hatırlarsan Selim’den
borç aldıydı da bir zaman rahat yüzü görmediydi.
Babaanne, yemenisini yanağının içine katladı: - Nafiye’nin kocası Selim mi?
- He ana. Hacer yok mu, işte onun kardeşi Nafiye’nin kocası Selim. O zaman Ali altı
yaşındaydı. Selami emminin borcu da tam altı yıl sürdüydü.
Babaanne, borcun altı yıl sürmesiyle Ali’nin yaşı arasındaki bağlantıyı kuramadı: - Selami’nin borcu altı yıl mı sürdü Mustafa? Bir yanlışın olacak. Ali’m, Meryem’in
bebesiyle doğduydu. Ama şimdi bilemedim ki Meryem’in bebesi doğalı kaç yıl oldu.
Mustafa, ciddi bir iş üstündeymiş gibi karıştırdığı çaya bakarak: - Yok yok ana altı yıl oldu. Ali de altı yaşındaydı.
Bu sefer de babaanne parmaklarıyla, dudaklarıyla birtakım hesaplar yaptı. Düşündü,
taşındı. Ali’nin altı yaşında olduğuna karar verdi. Bu sohbet babaanne ile Mustafa’nın
arasında ve bu hesap kitap işleri yalnız onların anlayabileceği neviden şeylerdi. Babaanne,
sanki Amerika’yı yeniden keşfe çıkacakmış ve bu keşfin sonunda muradına erecekmiş gibi: - Selim seninle ne zaman gelmişti Ankara’ya?
- Kaynatasının öldüğü yıl ana.
- Siz Ankara’ya gittikten çok sonra ölmedi miydi oğlum?
- Yok ana, hatırlarsan rahmetli babamın halasıyla aynı vakit öldüydü.
- Demek aynı yıl ha! Ali’m de o zaman beşinde ya var ya yok. Kınalı kuzum.
Evin hanımı saygıdan pür dikkat konuşulanları dinliyordu. Evin beyi, Ali kim diyecek
oldu sonra vazgeçti. Çayına şeker atmak için şekerliğe uzandı. Şekerlikteki kaşığı yanlışlıkla
çayına batırdı. Kaşığı tekrar şekerliğin içine bıraktı. Kaşıktaki ıslaklık şekerlikteki şekeri
topaklandırdı. Ne kadar ayıptı(!) Mustafa’nın eşi yapılanların lezzetli olduğunu söyledi.
Hepsinden birer tane tabağına koydu. Mustafa, annesine gözlerini dikti “Ana yeter, şekerin
çıkacak.” dedi. Babaanne, konuşurken ağzındakiler dökülmesin diye eliyle ağzını kapatarak
“He oğlum haklısın.” dedi, dedikçe de yedi. Sofradaki küçük gerginliği hissetti herkes.
Gerginlik hâli bebeğe de yansımış olacak ki ağlamaya başladı. Bebeği güldürmek için el
çırpmalar, tatlı sözler, kucakta sallamalar kâr etmedi. Cicilerine, yanaklarına iltifatlar da
sonuç vermeyince annesi onu uyutmak için başka odaya götürdü.
Yüreklerinde kabuklanmış bir yaranın acısı, seslerinin tonunda onun hüznü olmasına
rağmen hep bunları konuşurlardı. “Oğlum, baban rahmetli olduğunda Ali’m yedi yaşında
değil miydi?” Babaannenin bacısı Rabia da ölmüştü ama onun yaş hesabı hiç yapılmazdı.
Ölen insan yaşlı ise genellikle onun yaş hesabı yapılmaz. Son günleri, hastalıkları,
geçimsizlikleri daha çok konuşulur. Bir de varsa evlatlarının, torunlarının vefasızlığı…
Babaanne, Rabia’nın kocası Battal enişteyle geçinemezmiş. Rahmetli de geçinemezmiş
bacanağıyla. Kapı komşusu olmasına rağmen gelip gitmeler ancak bayramlarda, seyranlarda
olurmuş. Ama rahmetli, Battal’ın biraderini severmiş. Meslektaşı olduğundan değil, abisine
benzemediğinden severmiş. Babaanne, dirseklerini masaya dayadı “Oğlum, sen hatırlıyon
mu? Battal’ın biraderi Burhan bir gün direksiyon başında uyuya kalmış da bir çocuğu ezmişti.
Günlerce bize uğramadı, kimseyle konuşmadı. Evine kapandı oğlan. Herkes bu herifte bir
hâller var dediydi de işin iç yüzünü kestiremediydi. Sonra bizim rahmetli, arkadaşlarından
duymuştu bir çocuk ezdiğini. Kendi hep inkâr etti. Murdar abisi olayın üstünü kapattıydı.
Kahvede birkaç kişiyle bu yüzden boğuşmuştu. Rahmetli, Burhan’la çok konuştu. ‘Gel etme,
böyle bir şey varsa git itiraf et.’ dedi. Diller döktü. Ama lafını geçiremedi. O vakitten sonra
Burhan bize hiç uğramadıydı. Burhan günden güne içine kapandı, konuşmaz oldu. Evinde de
hep bir huzursuzluk… Hakkat oğlum Burhan’ın karısı da bebesini o sene düşürmedi miydi? O
düşük yaptıktan sonra benim Ali’m doğduydu. Mustafa’m sen Ali’yi hatırlıyon mu?”
Mustafa kaşlarını yukarı kaldırdı, başını eğdi “Hatırlatma ana.” der gibi bir iç geçirdi.
Gözlerindeki ve sofradaki bulutsu havayı dağıtmak için evin beyine:
- Eviniz iyi ısınıyor mu, dedi. Evin beyi boğazındaki lokmayı aceleyle yuttu. Sözün
hep Mustafa’yla anasının arasında dönüp duracağını düşünüyordu. Birden kendisine soru
yöneltilince hazırlıksız yakalandı: - Isınıyor ağabey. Ara kat olmamızın faydası işte.
- Sen şanslısın, binanın en sıcak dairesi burasıdır. Senden önceki İbrahim Bey yalıtım
yaptırmıştı. Sonra birden Mustafa’nın gözleri büyüdü, büyürken ışıldadı. Asıl söylemesi
gereken şeyi unutsaydı gece zinhar uyuyamazdı. “Sen buranın kışını bilmiyorsun.” dedi.
Sonra kendi sözünü kendi onaylarcasına “evet, evet” dedi, başını salladı. “Buranın karı insanı
yutar. Çoğu zaman bizim mahallenin yolu kapanır. Sen de tecrübe edeceksin.” Evin beyi
güldü. Onun da aklına söyleyeceği bir şey geldi. Mustafa’ya döndü, elini onun dizine koyarak
“Ağabey, üniversiteden bir arkadaşım memur olup Sivas’a atanınca bir gün ziyaretine gittim.
Eylül ayının sonlarıydı. Hava da bir soğuk bir soğuk… Geceleri çift yorganla yatıyoruz yine
ısınamıyoruz. Sonunda isyan ettim. ‘Arkadaş! Bu ne böyle’ dedim. Arkadaşım güldü. ‘Bizi
üşüten böylesi havalar değil, bizi üşüten bekarlık, bekarlııık.’ dedi. Ben de ne vakit üşüsem
aklıma arkadaşımın o sözü gelir.” Sofrada küçük bir gülüşme oldu. Evin beyi, hanımına
döndü “Akif’i hatırlarsın.” dedi. Evin hanımı elindeki kâseyi misafire uzattı “Hatırlıyorum
canım, en yakın arkadaşındı.” dedi.
“Hatırlamak” kelimesi babaannenin dağılan dikkatini toparladı, dalgın bakışlarına bir
hareketlilik kazandırdı. Dinleme faslını başarıyla savuşturduğunu düşündüğünden olsa gerek
söze girdi. “Mustafa’m sen Ali’yi hatırlıyon mu? Sen küçükken çok hastalıklar geçirdiydin.
Sırf sana bakabilelim diye Ali’mi dedenlerin yanına göndermiştik. O ihtiyar hâlleriyle tarla
sapanın içinde… Ali’min gönlünü hep hoş tutmuşlardı. Sen de Ali’m de tek başınıza
büyüdünüz. Neyse ki Emine teyzen o vakitler baba ocağındaydı da Ali’me bir ana gibi
baktıydı. Ali’m de bahtsızdı. Tandır damında başını mı yarmamış, davarın içinde çifte mi
yememiş… Deden hep derdi ‘Kocakarı Miminat olmasaydı, bu oğlancık çok yaşamazdı.’
Miminat’ın her derde deva macunu varmış. O kadıncağız da Ali’mi severdi. Deden: ‘Bu
oğlancık burada çok nazara geliyor; nazar, adamı toprağa kor.’ deyip de Ali’mi tekrar bize
göndermişti. Fakirlik bir yandan kadın başınalığım bir yandan… Kimsesizdik be Mustafa’m.
Baban da o sene rahmetli olduydu. Baban rahmetli olunca sen de günlerce kimseyle
konuşmadın. Hep uykularından huzursuz uyandın. Ali’m de seni güldürmek için uğraşırdı.
Ali’m o zaman altı mıydı, yedi miydi oğlum. Sen hatırlıyon mu?” Mustafa: “Yok ana” dedi,
geçiştirdi.
Çaylar tazelendi, ısrarla ikramlar yapıldı. Babaanne: “Daha bana bu kadar yeter.” dedi.
Evin hanımı: “Pestilden, kömeden bir şey olmaz; al, al.” dedi. Ve yine nasıl olduysa laf dönüp
dolaşıp rahmetliye geldi. “Erzurum’dan geçerken bol bol pestil, köme getirirdi. İran’a da
giderdi. Bir gün Ali’mle sana da oyuncak kamyon getirdiydi.” Babaanne, evin beyine dönerek
“Bu Mustafa sürekli ağlardı. Paylaşamazdı oyuncaklarını.” Boşluğa bakarak “Çok geçmedi
yalnız kaldı zaten.” dedi. “Oğlum, baban rahmetli olduğunda Ali’m kaç yaşındaydı?” Sonra
cevap beklemeden sözlerine devam etti. “Bak, konuştukça insanın aklına geliyor. Selami
emmi traktör aldığında havasından geçilmiyordu. Motoru arıza yapınca bizim rahmetliden
yardım istediydi. Bizimki de ‘Muhtaç kalınca kapımızı çalar dürzü.’ dediydi de yine de
yardım ettiydi. Sonra bir gün Selami emmi büyük oğlu Serdar’ı motorla gezdirirken düşürüp
oğlanın başını yardıydı. ‘Bu cenabet motordan mı yoksa kenef suratlı Selim’den mi şu
motorun hayrını göremeyeceğim.’ deyip durduydu. Serdar’la Ali’m arasında da yaş farkı bir
miydi iki miydi neydi oğlum. Hatırladın mı sen?” “Yok ana” dedi Mustafa. “Ben Serdar’ı
hatırlamıyorum ama onun kardeşi Recep’le aram iyiydi.” dedi. “Bacısı Gülten’i de bizim
hanım iyi bilir. Görüşürler arada hâlâ.”
Evin hanımı: “Ben onlara bakayım.” dedi. Bebeğin uyutulduğu odaya gitti. Mustafa,
evin beyine “Ee, alıştın mı buralara?” dedi. “Eh alıştık. Alışmayıp ne yapacağız ağabey.” Evin
beyi konuşurken mendille ağzını kapattı. Bıyıkları uzun olduğundan yediklerinin kalmış
olmasından korktu. Bu nezaketli korkunun içinde kafasında alıp verdi. İnsan kendisini ait
hissettiği yere çabuk alışıyor. Bir yere ait hissetmek de biriktirdiği anıların yüreğinde ne kadar
yer kapladığıyla alakalı. Belki de Maslow, Yahudisiz bir mahallede büyüyen tek Yahudi
olmasaydı bu duygunun eksikliğini bu kadar hissedip kendi inşa ettiği piramidinin orta yerine
“aidiyet duygusu”nu koymazdı. Benim ise bir piramidim yok. Ancak olsaydı her yerini
“anı”larla doldururdum. “Anı”lara ekmek, su kadar muhtaç değil miyiz? Güvenliğimiz,
saygınlığımız, kendimizi gerçekleştirmelerimiz… Anılarımız sayesinde değil midir?
Fasılalarla dönüp duran zihnindeki bütün bu düşünceler, karışan çayların girdabına kapılıp
gitti. Sesi gittikçe artan Mustafa’nın elini omzunda hissedince, artan anlamsız sesler bir mana
kazandı. “Burada yalnızlık, sayılı gündür. Ve unutma! İki kişilik yalnızlık, yalnızlık değildir.”
Babaanne, bir pek bir şey anlamadı ama oğlunun kitabın ortasından konuştuğuna emindi.
Uçlarından tutmuş olduğu yeleğini önüne kavuşturup ellerini göğsüne bağladı, arkasına
yaslandı. İçeriye bebekle annesi, evin hanımı girince tekrar bebek sevildi. Mahmur gözlerle
gülücükler saçtı bebek. Bu mutlu tablo içinde babaanne yeri diye düşündü.
“Selami, traktörü aldığı sene bizimki rahmetli olduydu. Ali’m de o zaman altı mıydı
yedi miydi hatırlamıyom ki?” dedi. Sonra dönüp bebeğin annesine “Sen Serdar’ın bacısı
Gülten’le görüşüyon mu kızım?” dedi. “He ana görüşürüz hâlâ. Evlenince Sinop’a yerleştiler.
Kocası öğretmenlik yaptığı için orada. Yıllar oldu yüz yüze görüşmeyeli.” Babaanne şefkatle
baktı “He kızım” dedi. Şefkatle baktığı gelinine “Gülten’in görümcesinin adı neydi kız.
Bizimki rahmetli olduğunda baş sağlığı dilemek için aramıştı. Acım tazeydi de ondan mı
çıkaramadıydım. Hacer’in görümcesi Zeynep sanıp konuştum. O değilmiş meğer. Gülten’in
görümcesiymiş.” Mustafa: “Yeter ana” dedi. Evin beyi kendisini Gabriel Marquez’in Yüzyıllık
Yalnızlık adlı eserinin içinde zannetti. Öğrenciyken romanı okumaya niyetlenmiş sonra yarım
bırakmıştı. O romanda da onlarca isim… Bilinmedik yabancı isimler… İsimleri takip
edemediğinden olayların arasındaki bağlantıyı da kuramamış sonra kitabı bir kenara atmıştı.
Birden aklına kendi babaannesi geldi. Onunla sohbet ederken de hiç hesapta olmayan
kayınlar, görümceler, eltiler, dünürler, gelinler, uzak akrabalar… Kapı çalmayan komşular
bile sohbetin bir yerine dahil edilirdi. Hacerler, Meryemler, Zeynepler, Emineler… Bunun
sebebi insana verilen değer miydi acaba. Yoksa günümüz insanı her şeyi hızlı tükettiğinden
insana verilen değeri mi kaybetmişti. Sekülerleşen dünyada topluma ve toplumun fertlerine
karşı hissizleşme, maneviyattan kopuş, eşyalaşmanın hakimiyeti, her değerin parasal
karşılığının bulunması muhtemel ki sohbetlere dahil edilen Hacerlerin, Meryemlerin sonu
oldu. Onlar için ne hazin bir son…
Çaylar tazelendi, boşalan servis tabakları tekrar dolduruldu. Mustafa: “Bana da bu
kadar yeter.” dedi. Bebeğini kucağına aldı, eşine “Sen rahat rahat ye.” dedi. Bebeğini sevdi.
Babaanne, bebeğe şirin sözler söyledi. Mustafa’ya dönüp “Baban rahmetli olduğunda Ali’m
altı mıydı, yedi miydi oğlum?” dedi.
…
Rahmetli, öldüğünde Ali kaç yaşındaydı bilinmez ama Allah bebeğe uzun ömürler
versin.
Bir cevap yazın