İnsanın varoluşsal bunalımını en iyi yansıtan eserlerden biri de Albert Camus’un Veba romanıdır. Günümüzde yeniden okunduğunda, romanın kâhince bir tarafı olduğu da fark edilecektir. Çağları aşan yazarlara has bir düşünüş ve anlatımla ele alınan romanda insanlık, din, yaşam ve ölüm gibi temel kavramlar sorgulanmaktadır.
Oran şehri, o kadar sıradan ve kendi halinde bir şehirdir ki veba gibi büyük bir felaketin şehre çökmesi bile ilk zamanlarda kimseyi pek ilgilendirmez. Zamanın durağan olduğu, her şeyin tek düze ilerlediği ve insanlarının da en az şehir kadar tek tip olduğu Oran şehrinde ölümler arttıkça şehir giderek kendi içine kapanır ve yaşamdan büyük kopuşlar başlar. İnsanlar birbirinden uzaklaşır, sokaklar ıssızlaşır, kent hızla vebaya teslim olur. Şehirliler hiç beklenmeyen bir baskının yarattığı korkuyu, büyüyen gözler fakat susan ağızlarla izlerler. Bu kadar tek düze ve kabullenilmiş yaşamlarını tehdit eden bu şey nedir? Ölüm her yerde kol gezmektedir artık. Giriş çıkışların yasaklandığı şehirde artık korku, ayrılık, ölümdür esas olan.
”… ağustosun ortasında, veba her şeyin üstüne çökmüştü. Böylece bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.”
Aylarca veba ile savaşan Oranlılar, bir sabah vebanın geri çekilmeye başladığını görürler. Tedirgindirler fakat kalplerindeki umut inceden baş verir. Veba gerçekten ansızın geldiği gibi, şimdide şehri terk mi etmektedir? Tam da bu şekilde olur. Yaşam zaferini ilan etmiştir. Kentlilerin arasında huzursuz olan ve vebanın kurallarına göre yaşayanlar olsa da, şehrin kapıları kısa süre sonra açılır ve vebadan kurtulan halkın kutlamaları şehrin sokaklarında başlar. Vebayla tüm bu zaman boyunca savaşmış Dr. Rieux, insanların yaşadıkları adaletsizliğe ve şiddete karşı bir anı bırakmayı, felaketlerin ortasında neler öğrenildiğini anlatmaya karar verir. Çünkü vebanın yok olmadığını, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığını; odalarda, mahzenlerde ve sandıklarda bir gün yeniden ortaya çıkmak üzere beklediğini bilmektedir. İnsanlık için bitmeyen bir yazgıdır bu. Gelecekte kendini tekrarlamak üzere. Dünyanın başka bir yerinde, başka bir kentinde… Tanrının gölgesine sığınarak düzenlerini yürütmeye çalışan, ölümün ve öldürmenin hırsına kapılan vebalılar hep olacaktır.
Yıl 2014… Romanın yayınlanması üzerinden altmış yedi (1947) yıl geçmesine rağmen Veba’nın satır araları dikkatle okunduğunda günümüzün romanı olduğu anlaşılacaktır. Dünya üzerindeki yıkım ve felaketlere neden olan, hepimizi bir kaosun ortasında bırakan ekonomik veya politik tüm yaklaşımlara veba olarak bakılabilir. Çünkü veba öncelikle özenli ve eksiksiz, iyi işleyen bir yönetim işidir. Çağımızda tarihi başkaları yazar ve yaparken, kimse içinde vebayı taşımadığını söyleyemez. Çünkü öldürme çılgınlığına kapılmış bir salgının hepimizin peşinde olduğunu her gün ve her an hissetmekteyiz. Bunun için vebayı günümüze uyarlayabiliriz.
”Aslında zaten uyuyorlardı ve tüm bu zaman uzun sürmüş bir uykudan başka bir şey değildi. Kent ayakta uyuyanlarla dolmuştu, görünüşte kapanmış olan yaraların açıldığı gecelerde, seyrek de olsa gerçek anlamda yazgılarından kaçıyorlardı. İrkilerek uyandıklarındaysa bir tür dalgınlıkla bir an için o yarayı yokluyorlar ansızın canlanan acılarıyla yeniden yüz yüze geliyorlar ve acının yanı sıra aşklarının allak bullak olmuş çehresi yeniden gözlerinin önünde canlanıveriyordu. Sabah olunca felakete, yani alışılmış düzene geri dönülüyordu”
Öyle değil mi? Her sabah bizi biraz daha yok edeceğini bildiğimiz bir düzenin içine uyanıyoruz. Üstelik sadece bizlerin değil, kentlerin de vebalı olduğunu yavaş yavaş öğrenmekteyiz. Hızla çehreleri değişen, kenti her yandan saran hastalıklı yapılar. Elimizden alınan her yaşam belirtisi için önceleri korkularımıza yenilirken içimizde çok kısık ama içeride bir yerlerde konuştuğunu duyumsadığımız bir sesin varlığına kulak vermeye başladık. Bu ses, dolaylı olarak da olsa bu düzende parmağımızın olduğunu bizlere hatırlattı. Vebanın gerçeklerine kendimizce getirdiğimiz haklı sebepleri kabul ettiğimizi ya da bize söylenenleri kabul etmek için çok hevesli davrandığımızı, böylece kaçabildiğimiz kadar gerçeklerden kaçarak, küçük dünyamızın mutluluğunu koruduğumuzu fakat vebanın o duvarlardan içeri girmesine engel olamayacağımız gerçeğini hiç durmadan dile getiriyor şimdilerde. Vicdanımızla yüzleşiyoruz…
“ O zaman anladım ki, en azından ben, vebayla mücadele ettiğimi sandığım o uzun yıllar boyunca bir vebalı olmaktan öteye gidememişim. O zaman anladım ki, dolaylı yoldan binlerce insanın ölümüne göz yummuşum, hatta o ölümü kaçınılmaz biçimde getiren eylem ve ilkeleri doğru bularak buna kendim yol açmışım.”
Bunun için veba ile savaşmak dürüstlük gerektiriyor. Cesaret de başta geliyor elbet. Çünkü verilecek cezalardan korkmamak gerekmemekte çünkü vebanın her yere sızma gücü var. Sığınmak, saklanmak ondan korunmak için yeterli olmayacaktır. Kimi zaman sizin mutlu duvarlar içine aldığını sandığınız yaşamınıza bile müdahale edebilecektir vebanın eli. İşte bu durum, onunla savaşmayı gerekli kılan en önemli sebebimiz. Özgürlüğümüz, benliğimiz…
“ Ancak tarihte öyle bir an olmuştur ki, iki kere ikinin dört ettiğini söylemeye cüret edenler ölümle cezalandırılmıştır. Öğretmenler bunu iyi bilir. Ve böyle bir mantık yürütmenin ödülle mi yoksa cezayla mı sonuçlanacağını bilmek değildir sorun. İşte yurttaşlarımızdan yaşamlarını tehlikeye atanlar, vebanın içine girip girmemeye ve onunla savaşmak gerekip gerekmediğine karar vermek zorundaydılar.”
Camus’un romanını varoluşçuluk felsefesi üzerine temellendirdiği ve böylece asıl amacının din ve varlığı sorgulamak olduğu açıktır elbette ama ben bu alıntılarla romanın ne kadar günümüze ait olduğunu göstermek istedim. Günümüzün diliyle yeniden okumak… Sonuçta ülkemizde ve dünyada yaşananların altı biraz eşelenecek olsa, din olgusu orada tüm yaptırımıyla karşımıza çıkacaktır ne de olsa. Bu sebeple vebayla savaşım, geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte insanoğlunu beklemektedir. Başkaldıran insanın mücadelesi zaten hep bu yüzden değil midir? İçi boşaltılmış kavramlarla yeniden yüzleşmek. Hatta yeri geldiğinde insanın kendiyle de tüm çıplaklığıyla savaşabilmesi… İşte böyledir edebiyat. Sözün gücü burada yatar. Tüm çağlarda insanı insana anlatmakla başlar önce. Ardından insanı mücadeleye davet eder. “Başkaldırabilecek” olmanın düşüncesi bile insanı vebayı içlerinde taşıyanlardan ayırmak için bir başlangıçtır.
”Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında doğanlar ve Hitler’in iktidara gelişi ile devrim mahkemelerinin kuruluşu sırasında yirmi yaşında olanlar, eğitimlerini bitirdikten İspanya Savaşını ve İkinci Dünya Savaşını,toplama kamplarını, zindancıların ve işkencecilerin yönettiği bir Avrupa’yı görenler şimdi artık büyümüşler, çolluk çocuk sahibi olmuşlar ve atom silahlarının tehdit ettiği bir dünyada eserlerini vermişlerdir. Elbette ki kimse onlardan iyimserlik bekleyemez”
İşte böyle diyor Camus bir konuşmasında. Nitekim yaşamdan ve yazardan da iyimserlik beklemek, bunalımlı çağlarda mümkün değil. Bu yüzden, bunalım çağının çocukları, yaşamın “absürt” taraflarına tutunarak ve beklentilerini karartarak kaleme alırlar eserlerini. Fakat yoğun bir umutsuzluğun, insanın içini oyduğu bu dönemlerde korkuların başkaldırıya dönmezsi gerektiğini yine en iyi onlar yazalar. Çünkü bilirler ki yazgılarına teslim oldukları sürece düzenin felaketi insanlığın yakasını bırakmayacaktır. Zaten içinde bulunduğumuz çağda, yeni bir bunalım ve başkaldırının çağı değil midir?
14.04.2014
Bir cevap yazın