Terminalde karşılıyorsun beni. Havada yoğun tozlu bir heyecan. Adının baş harfi yazılı kara ipek mendiller taşıdığından tutunuz da yediğin içtiğine kadar her şeyini bildiğimden de habersizsin. Gözlerine yakalanmadan elimi uzatıyorum. Tokalaşıyoruz. Ellerin buz gibi.
Tanışma faslı bitince, sürücü kapıyı açıyor. Beyaz şahine biniyoruz. Kenti boydan boya geçerken, kucağındaki dizüstü bilgisayardan bir şeyler okuyarak beni aydınlatmaya çalışıyorsun. Dinleyemiyorum. Raporların yazmadığı, o etkileyici gözlerin açtığı lacivert kin kuyularındayım gezintide.
Sürücü ikide birde fren yapmaktan sıkılmış olmalı ki, sinyali sol kolu ile arabanın üzerine yerleştiriyor. Düşüncelerimden sıyrılıp çevreye bakınıyorum. Kenti boydan boya kat ediyoruz. Dış mahalleleri geçiyoruz.
” İhbar edilmiş.” diyorsun.
Şimdi önümüzde sonsuz bir bozkır uzanıyor. Tarladan bir karga bulutu havalanıyor.
Böyle daha ne kadar gideceğiz diye sızlanırken, sürücü durduruyor aracı. İniyoruz. Yüksek demir korkuluklar ve dikenli tellerle dünyanın geri kalan kısmından ayrılmış harap bir bina.
“Burası mı?” diyorum sana yan gözle bakarak.
“Evet, burada bulunmuş.” diyorsun.
Kapıda bayrak törenindeymişçesine ‘hazır ol’da bekleyen, pala bıyıklının kellesi yaz güneşinde ayna gibi parlıyor. Saygıyla açıyor demir bahçe kapısını, yol gösteriyor. Ter yakamdan göğsüme, belime kadar yürümüş. Binanın köşesindeki çeşmeye doğru yöneliyorum.
“Çeşme kurudur.” diyorsun.
Gülümsüyorum. Oltaya yaklaşıyorsun son hızla, takılacaksın.
Binaya giriyoruz. Kocaman serin bir hangar. Girişimizin yeliyle salınıp sonra sonsuz sükutuna dönen kararmış keten perdenin gizlediği pencere oyuğundaki radyodan dalga dalga müzik yayılıyor. Gidip radyoya dokunuyorum. Piller iyi dayanmış. Ne güzel de dans edilir bu müzikle, diyesim geliyor. Kendimi tutuyorum. Sözcükleri yutuyorum. Taş zeminde yankılanan topuk seslerimize karışan ezgiyi dinliyorum. Yerde limon sandıkları, üzerinde kristal şarap kadehleri, içindeki içkiler tüketilemeden kalmış öylece. Kadehlerden birini alıp, kokluyorum içindeki içkiyi. Sonra bir yudum alıyorum. Nefis bir şarap tadı.
“Aman durun ne yapıyorsunuz delillere iz katıyorsunuz.” diyorsun.
Omuz silkiyorum. Ne tuhaf. Yarı yarıya boşalmış şarap şişesi yere yuvarlanmış. Eğilip etiketini okuyorum, yüksek sesle yakın gözlüklerimi bile takmadan. Sonra şişeyi elime alıyorum. Yıllanmış özel şaraplardan… Fransız. Yerdeki kahverengi lekeleri izleyerek, oraya buraya atılmış dantel iç çamaşırlarının arasından geçerek, hangarın sonuna varıyoruz.
Palabıyık küçük bir kapıyı açıyor. Bize yol gösterip, kendisi kapının dışında hangarda bekliyor. Burası buzhaneden bozma bir mutfak. Her yerde paslı yağ tenekeleri, tavalar, bıçaklar, et testereleri, et baltaları, ve devasa tencereler. Kocaman bir satırın üzerindeki koyulaşmış lekelere ilişiyor gözüm. El sürülmemiş kuytu köşelerde ardını göstermeyecek kadar kesif örümcek ağları. Sadece ikimiz varız bu buzhanede, yalnız ve baş başa.
Nihayet koku çarpıyor.
“Ay” diyerek çantamı karıştırıyorum.
Hemen cebinden çıkardığın siyah ipek mendili uzatıyorsun.
Teşekkür ederek alıyorum. Mendil pis kokuları biraz kesiyor.
“Ceset hangi tenekelerde?” diyorum.
Yan yana dizili yedi tane tenekeyi gösteriyorsun.
“Altı olmalıydı ama neden yedi?” diyorum hayretle.
“Neden altı?” diye soruyorsun. Bu kez de sen pek şaşırmışsın.
“Baş gövde kol ve bacaklar, altı parça etmez mi?” diyorum.
Şaşkınca bakıyorsun yüzüme.
Gözlerimi kaçırıyorum.
“İçim bulandı.” diyorum. Öğürmeğe başlıyorum.
Onu içerde bırakıp hangara geçerken kapıdaki palabıyığa göz kırpıyorum. Mendili cebime koyuyorum.
Biraz da bahçeyi gezmeliyim, diyorum. Bahçedeki işaretli yağ tenekesi bıraktığım yerde duruyor. Cebimdeki siyah mendili çıkarıp tenekenin içindeki neredeyse kurumak üzere olan kan gölcüğüne daldırıyorum. Sonra çantamdan çıkardığım delil torbacığının içine tıkıştırıyorum aceleyle ve pantolonumdaki gizli cebe sokuyorum. Tenekeyi ayağımla tekmeleyip savururken sendeliyorum. Kalan bir kaç damla kan da toprağa dökülüyor.
O anda bahçeye geliyorsun.
“Biraz daha dikkatli yürümelisiniz.” diyorsun.
Dikkatsizliğinden utanmış bir çocuk saflığına bürünüyorum.
“Hem de siz haklıymışsınız. Bakın yedinciden sadece turuncu bir tişört çıktı.” diyorsun. Anlaşılan o otuz yıllık turuncu tişört sana bir şeyleri anımsatmamış. Gözlerime takılıyor bakışların.
“Sizinle daha önce karşılaş mıydık hiç?” diye soruyorsun.
“Her insanın bir ikizi var galiba” diyorum şen şakrak. Yüzün asılıyor.
“Bakın ben de çok önemli bir delil buldum.” diyorum. ” Öyle bir delil ki bu cinayeti şıp diye çözüyor. Onun şaşkınlığından ayağım takılmış olmalı demin.”
Çantamdan siyah ipek mendili çıkarıp veriyorum.
“Sağ olun!” diyorum. “Çok işe yaradı.”
Sen o etkileyici lacivert bakışlarınla beni esir almaya çalışırken taş yığınına dalıyor gözlerim. Çok da kolay olmadı ama sonuçta oldu. Aç gözlü kapitalizm, aşsız ve işsiz bıraktığı zavallı kadıncıkları orospu diye etiketlediği sürece yaşamları da, organları da, hatta ölümleri de para karşılığı satın almak çok kolay artık! Ne yazık ki gerçek böyle. Hasta kadının son arzusu paranın ailesine gönderilmesiydi ve bir şişe eski Fransız şarabı. Doktormuş. İşsizmiş ve ölecekmiş. Ona izin verdim. Parayı gönderdi, çocuklarının mutlu sesini duydu, gülen gözlerini öptü Skype’den. Bale ve piyano derslerine devam etmelerini ısrarla söyledi, kardeşine talimatlar verdi ve ölmeye yattı…Zor olan ondan sonrasıydı. Gerçekten içim bulanıyor.
Gökyüzüne çeviriyorum bakışlarımı. İkizim orada pembe bulutun içinden, otuz yıl önceki pürüzsüz fakat kanlı güzelliğiyle bana bakıyor. İçimden zırıl zırıl ağlamak geliyor, Tanrı’nın adaletsizliğine, nefsine hakim olamayanların doymak bilmeyen arsız iştahına ağlayarak lânetler okumak geliyor ama yine kendimi tutuyorum. Kanın yerde kalmadı bebeğim, demek, haykırmak istiyorum güzel pembe buluta.
“Delili görebilir miyiz?” diyorsun.
“O bir sürpriz.” diyorum.
İtiraz ediyorsun.
“İlle de şimdi öğrenmeliyim.” diyorsun. Öfkelenir gibisin.
“Boşuna heveslenmeyin.” diyorum. Burada olmaz.
Çantamı açıyorum. Sürücü de dahil hepsi neredeyse çantamın içine düşecekler. Gülümseyerek, bir paket çikolata çıkarıyorum.
“Önce kutlamayı yapalım da ” diyorum. “delili de büroda açıklayacağım.”
Çikolatayı dört parçaya bölüyorum. Bir parçayı iştahla atıyorsun ağzına, şapırdatarak yiyorsun.
Emel Dinseven
Bir cevap yazın