Yitik hayatlarımızın mezarlığında ölülerimizle birlikte yaşadığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Soluduğum nemli havaya sinen hayal kırgınlıklarını ciğerime çekiyorum. Söyleyecekleri çok olan bu insanları düşüncelerini ifade etmeleri için uyandırmak istiyorum. Kabirlerinde uyuyanların üstünlüklerinden ürperiyorum, yüzleşmekten korktuğum gerçekleri bana anımsattıkları için. Öbür dünyaya dair bilmek istediklerim haddinden fazla. Bu konuda bilgilenmek de istemiyorum. Ansızın düşmek istiyorum bu karalık kuyuya onlar gibi. Beni kimin attığını anlamak için dönüp arkama bakacak zamanım olsun istemiyorum. Ben bu düşüncelerle cebelleşirken Rus yazar Platonov yanıma yaklaşıyor. Bana yaklaşımından olacak üstünlüğünden korkmuyorum onun. Kendisini öldüren değil; onu benim için yaşatan soylu ruhundan sesleniyor bana. Yaşayan ölüler ile gerçek ölüler arasındaki farkı algılamamı sağlıyor. Yüreğinin derinliklerine yolculuk ediyorum. Yüreğinde gördüklerim eserleriyle örtüşmüyor. Yaşıyor olmaktan acı çekiyor. İnsanın 21. yüzyılda bile değişmeyen makûs yazgısına kahroluyor. Onu anlıyorum galiba. Yaşarken ölümsüzlük ruhuna erenlerden biri olduğu için benim içinde yaşadığım çağ ile kavgamı algılıyor ve ıstırap içinde kıvranan ruhuma şefkatle dokunuyor. Fark yok aramızda. Yaşadıklarının büyüttüğü insanların arasında ne bilgeliğin ne yaşın ne de üstünlük taşıyan yaklaşımların önemi yok. Bu ne cennet saltanatının ne de cehennem azabının olmadığı gerçek bir eşitlik. İdeolojilerin ulaşamadığı eşitlik mertebesi de budur. Biz liderlerin savunduklarını iktidara gelince uygulayacaklarına inanıyoruz. Bu konuda yanılmaya, kandırılmaya muhtacız çünkü. Yüreğimize dokunan bir sözcük onların arkasından gitmemize yetiyor. Onun gibi yaşam serüvenlerini tamamlamış ruhu ölümsüzlük mertebesine ermiş yaşam bilgelerini anımsayınca yalnız olmadığımı anlıyorum. Onun yazma amacı da unuttuklarımızı bize yeniden anımsatması değil mi? Biz birey olarak kendimizi tanımıyoruz. Kendimiz ile kişiliğimiz arasındaki mesafe giderek büyüyor ve zamanla aşılması zor bir uçuruma dönüşüyor içimizde. İçimizdeki uçurumdan sesleniyoruz kendimize/ sevdiklerimize.
O da içindeki uçurumdan insanlara seslenen Stalin tarafından İkinci Dünya Savaşı’nda yazdığı eserleri eleştirildiği için 1980’lerin sonuna kadar yasaklılar listesinde kalıyor ülkesinde. Eserleri de bu yüzden ülkesinin edebiyat arşivinden değil de KGB’nin “edebiyat arşivi”nden ortaya çıkıyor. 1951’de çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozdan ölen yazarın trajik ölümü insan yanının gayri resmi açık belgesi gibi duruyor ortada. Ansızın hayatıma giren ve düşün dünyamı alt üst eden bu insanın sadece yazın dehası üzerinde değil, zorluklar karşısındaki dirim gücü üzerinde de düşünüyorum. İnandıkları adına verdiği mücadele ile ödediği bedellerin alnına vurduğu damgayı okuyorum: “Adı insan olan bu üstün insan, “insanı” insan karşısında küçülten/yok sayan ideolojilere yabancıdır. Gerçekleri tüm çıplaklığıyla görür. Bu yüzden bakışlarının keskinliği ile giyotinin keskinliği arasında hiçbir fark yoktur”.
Yaşadıkları ile yazdıkları sermayesi olan Platonov yaşadığı çağdan; geçiciliğin hüküm sürdüğü, sanal ilişkilerin insanları boyunduruğuna aldığı; ilaç muadili gibi insan muadillerinin sürekli olarak çoğaltıldığı; insansız sanatın baş tacı edildiği, kapitalizmin insanların bağırsaklarının içini bile denetim altına aldığı, alınıp satılmayan hiçbir değerin ve kutsallığın olmadığı küresel bir zaman olan günümüze sesleniyor ve duygu ve düşüncelerini anlayacak gerçek insanları bulmakta zorlanmıyor bizim gibi. Bu anlamıyla Platonov bir büyücü mü? Onun eserlerinde görünür kıldığı acıların, yalnızlıkların, ihanete uğramışlıkların, tek yönlü baskıcı ideolojilerin… değişmeyişidir onu ölümünün akabinde 21. yüzyıl Rus edebiyatının en önemli yazarı yapan güç. Geç de olsa fark edilmiş olmak ve kendi okuruna ulaşmak onu gökyüzündeki cennetinde mutlu ediyor mu? Bilmek isterdim insanlığın halen baskın güçlerin güdümünden kurtulamayışından dolayı üzüntüsünden benim gibi kahrolup olmadığını. Bu duygularla onun gerçek kişiliğini“Dönüş” öykü kitabında algılamaya başlıyorum ilkin. Bir anda derinliği kelimelerle ifade edilmeyen ruh ve düşünce zenginliğinin içinde buluyorum kendimi. Yaşanmışlığın zenginliği karşısında yoksul / yoksun birer zavallıya dönüştüğünü kavrıyorum ideolojik güçlerin. İnsanın kapitalizmin acımasızlığı karşısındaki en güçlü silahı yaşamı tüm nesnelliğiyle kavramak ve yaşanılanlar karşısındaki duruşudur. En büyük zaferi de her koşulda insan kalmasını başarmasıdır. Bu değerler dizgesi içerisinde her türlü kavramı ters yüz eden yazar, gücü elinde bulunduranların insanları türlü türlü umarsızlıkla sınamasını ironik bir dille sorguluyor. Yaşama hakkı eşittir bir dilim ekmek. Dün de bugün de en acımasız gerçeği budur hayatın. İnsan bedeni, ruhu düşünceleri dün de bugün de bir meta gibi alınıyor, satılıyor. Bu gerçek ne sosyalist ne kapitalist sistemde değişmiyor. Her türlü sistemin ulaşmak istediği hedef, başta inancı olmak üzere köklerine yabancılaşmış, ne yöne gideceği belli olmayan, esen rüzgârdan medet uman bir yığın haline getirdikleri insanları kuşatma altına almak. Ne Platonov’un komünist rejimi masum ne de günümüzün kapitalizmi. İdeolojiler özleri itibarıyla vahşidirler. İdeolojisine sadık bu adam ideolojilerin iktidarda savundukları değerlere yabancılaşmasına karşıdır. Dönüş, dokuz öyküden oluşuyor. Öykülerin teması: her koşulda insanın acımasızca sömürdüğü insanlar/insan tarafından anlaşılmaya, sevilmeye, sığınmaya, sevişmeye vs.vs. ihtiyacı olduğudur. Platonov da tıpkı Dostoyevski gibi insan üzerine düşündüklerini yazarken kelimelerden sahici insanlar yaratıyor ve kahramanlarını dostunuz ya da düşmanınız yapıyor. Onda da Dostoyevski’nin dehasıyla yarışan/ yakışan bir derinlik var. Yalnız onun kahramanları Dostoyevski’nin kahramanları kadar dürüst, içten, hatalarını itiraf ederken karşısındakinin önünde diz çöküp af dileyecek kadar merhametli değil. Bu iki dev yazarın kahramanları arasında da bu türden ayrılıklar/ farklılıklar fazla. O da, hayatın kendisiyle güreşecek denli güçlü bulduğu yiğit savaşçılardan. İnsan gerçeğine ermenin bedeli kendini gözden çıkarmaktır. Platonov da bu yüzden erdemlerin büyüttüğü gerçek insanların tıpkı kendisi gibi dünya var oldukça onurlarıyla yaşayacaklarının canlı kanıtı gibi duruyor karşımızda. Bana kalırsa en büyük başarısı kendisini büyük bir yazar yapmak için değil; üstün insan yapmak adına tercih ettiği yaşam biçiminden/ ideolojisinden ödün vermemesidir. Bu yüzden soylu değerlerle insan ruhuna seslenebiliyor. Ve soylu ruhları insana dair anımsattıklarıyla alt üst edebiliyor kendisi gibi. Onun üstünlüğü fani dünyanın taltiflerine sırtını dönmüş olması. Onun kahramanları güçlünün insan olarak algılamadığı, yetimler, dullar, körler, açlar, yoksunlar, sevgisizler, tutsaklar, hastalar, yaşlılar… Kahramanları gibi gerçek o da. Günümüz insanı çocuklar da dâhil olmak üzere almaya sınırsız almaya şartlanmış. Platonov gerçeği ise insana dair duygu ve düşüncelerinizi içinizde yerle bir eden türden. Onun sayesinde insana dair bilmediklerimin sayısının azaldığını bilmenin içime işleyen sızısıyla tanışıyorum. Bu iç sızısı sayesinde insana dair bildiğimi sandığım önemli gerçeklerin aslında hayatın acımasız gerçekleri karşısında önemsiz olduğunu kavrıyorum. “İnsanın kalbinde aceleyle çırpınan ve hür kalmasına yardımcı olunmazsa orada ebediyen boğulup gidecek ruhun dünyaya gelmesine yardımcı oluyordu. (s. 111. Can.) demesi boşuna değil onun.
Platonov eserlerinin ana teması ‘katıksız insan gerçeğini kavrayarak insanı parçalanmışlıklarıyla sevebilme yürekliliğidir.’ Bunu biraz daha derinleştirmek istiyorum. Tokların açları anlaması tıpkı açlıktan ölenlerin mezarına altın külçeleri serpmek kadar anlamsız ve riyakârdır Can eserinde olduğu gibi. Arkalarında gözyaşı dökenleri olmadan ölenlerin gömüldükleri mezarıdır vatanları. Toklar tabii ki gücün efendileri açlar ise o efendilerin kendilerine/hırslarına köle yaptıkları insanlardır. Üç eserinde de ısrarla vurguladığı gerçekleri ise şöyle özetleyebilirim: Bir ideolojinin ya da bir toplumun önderliğini yapmakla insanın çıplak gerçeğine erişilmiyor. Her koşulda inançlarını ve ideolojilerini satan insanlar olduğunu, savaşta ve barışta değişmeyen tek gerçeğin ölmek üzere olan bir erkeğin son nefesinde bile “erkek” olduğunu hissetmek için bir kadınla birlikte olmaktan kaçınmayacağını, her koşulda gücün söylem ve eylemlerin hayata geçerken mutasyona uğrayacağını, gücü elinde barındıranların güçsüzü ezeceğini, iyiliğin kötülüğü beraberinde getireceğini, aşkın her ortamda bağımsızlığını sürdüreceğini, her ideolojinin özünde tek tip insan modelleri yaratmayı başarmak istediğini, her düzende doğruyu söyleyenlerin aforoz edildiği, ne savaşta ne de barışta insan gerçeğinin değişmeyeceğini ve savaşların da çıkarların barışı uğruna çıktığını… anlatıyor. Gorki’ye hayranlık duyan ama eserlerinde kendi özgün çizgisini yaratan yazar sade ve duru bir duyarlılığa sahip. İnsan ruhunu harflere indirgeyen Platonov, İnsan kişiliğinde dönüşümü olmayan değişimin sözcüklerle haritasını çiziyor. Bu yüzden insanın bilmezlerini bilinir yapmakta bu denli mahir. Bu yüzden insanın kişiliğiyle arasındaki mesafeyi bu kadar net ortaya koyuyor: “ Her küçük varlık, nesne yahut bitki, insana kıyasla daha bir gururlu ve geçmiş bağlılıklardan azadeydi demek” ( s.31.Can). Onun yakındığı ideolojiler değil; ideolojileri savunanların samimiyetsizliği ile yeteneksizliğidir Çevengur’da olduğu gibi. “Çevengur Devrim Komitesi’nde sözler insanlara hitaben söylenmezdi, konuşmacının şahsi doğal gereksinimiydi sanki ve konuşmalar sıkça ne bir soru ne de cümle içerir, sadece şaşkın bir kuşku barındırırdı –o da kararlara değil, Devrim Komitesi katılımcılarının heyecanına malzeme olurdu” (Çevengur s. 296). Lenin dönemi ile Sovyetler Birliği Pioner Derneği’nin kitlesel komünist çocuk örgütünün çocuklara ideolojik bilinç aşılamak için izledikleri yolu da öğreniyoruz böylelikle. Kendisi gibi idealist komünistlerin Stalin döneminde sürgüne gönderilmesinin olağan karşılanması gerçeğini hayranlık uyandıracak bir yalınlıkla gözler önüne seriyor. Bu bağlamda üç eseri de Platonov’un hayatı ve hayatta kalma mücadelesinin özetidir. Onun eserlerinde sıra dışı bir bakış acısı olduğu kadar sıra dışı bir acının mizahı da hâkim.
Dönüş’ün kahramanları yaşadıklarının dayattığı değişime boyun eğiyor. Hayatları ve kişilikleri değişen insanların sahip olamayacakları tek şey kendilerine ait bir hayattır. Adı Dönüş olan kahramanları yaşadıklarından sonra asla kendilerini bir bütün olarak hissedemiyorlar. Parçalanmışlıkların bir bütüne dönüştürdüğü bir ‘dönüş’tür kahramanlarının hayatları. Gidenin bıraktığı boşluğu dolduracak bir başka canlı her koşulda yaşar yeryüzünde. Yüzbaşı Aleksey, savaş sonrası evine döndüğünde bu acımasız gerçekle yüzleşiyor. Savaşarak erkekliğini kanıtlamış bu adam çocuklarının babalık, bir başka erkeğin de kocalık tahtında oturduğunu anlamakta zorlanmıyor. Bir kahraman olarak karşılanacaklarını uman erkeklerin hem evlerindeki hem de ülkelerindeki hezimetin görkeminden ürküyor insan. Diğer yandan hayatta sahip olduklarını kaybetmek için savaşa gitmeye gerek olmadığını “İnek”te algılıyoruz. Sahipleri tarafından yavrusu satılan İnek yavrusu olmadan bir bütün olması mümkün olmadığı için kendi yok oluşunu trenin altına atılarak hazırlıyor. İnsanlar yavruları dâhil kaybettikleri sevdiklerinin acısıyla intihar etmiyorlar. İnsanda “Ölenle ölünmez” yaklaşımı hâkimdir. İnek ise hayvan aklıyla yavrusuyla aynı sonla kendisini cezalandırıyor. Dolayısıyla insanlar ile hayvanların sevdiklerini sevme biçimleri arasındaki çarpıcı gerçeği de böyle bir yalınlıkla ortaya koyuyor.
Dönüş’te, beni etkileyen çarpıcı bir başka gerçek de muhteşem on dokuzuncu yüzyılda Stalin’in nasyonal sosyalistlerinin Heil Hitler Heykeli’ni davranış biçimleriyle dikmeleri ve Heil Hitler ideolojisinden farkları olmadıklarını Çöp Rüzgârı’nda Albert Lichtenbeurg karakterinde kanıtlamaları. Albert Lichtenberg düşüncenin silâhaltına alındığı bir yaşam biçimi üzerine düşünce üreten gerçek bir insan olduğu için delirmiştir. Albert Lichtenberg’i insanlık dışı baskı ve işkencelerle delirten Stalin’in akıllı nasyonal sosyalistleri onu insan yerine koyup delirdiğini anlamaktan uzak olmaları ve bir yaratığa benzetemedikleri insanı yargılamaları ironinin kutup çizgisi bu dedirten cinsten insana. Ayrıca “İnsan insan için bu kadar mı tehlikeli de aralarında iktidarın durması gerektir?”( s.52) haklı saptaması yazarın adını hiçbir eser yazmamış olsaydı da onu ölümsüzleştirmeye yeterdi diye düşünüyorum. “…Hayır, arkadaş, her iktidar bir çarlıktır, aynı synkletos ve monarşi, çok şeyler düşündüm ben…” “Mülkiyeti aşağılamak” (Çevengur.s.62) Alıntıdan da anlaşıldığı üzre Platonov ideolojilere değil, ideolojilerin iktidarlaşmasına karşı. Yazın gerçeğini de bu gerçek üzerine inşa ediyor.
İnsanlığın evrensel kurtuluşu için ideolojilerin iktidarlaşmaması gerekiyor. Ezenin/ ezilenin olmadığı ‘insan onuruna’ yakışır gerçek bir hayat ancak böyle mümkün olabilir. Bu türden gerçekleri Platonov farkıyla bilmek öğrenmek ve sorgulamak isteyen seçici okuyucuların mutlaka okuması gereken birer başyapıttır Dönüş, Can, Çevengur eserleri.
*Metis Yayınları: Dönüş. s.160.Can.s.147.Çevengur.s.405.
bedriyekorkankorkmaz@gmail.com
Bir cevap yazın