Gün akşama dönmeye başlamış, parktan gelen çocuk çığlıkları azalmıştı. Kadınlar
tek eğlenceleri günlerden dönmüş, işten gelecek kocalarına yemek hazırlamaktaydılar.
Apartmanlar kuru fasulye, pilav en çok da patlıcan kızartması kokuyordu. Çocuklar okul
mesailerini bitirmiş, karınlarını doyurmuş, dinlenmişler, ödevlerini yapmaya nazlanıyorlardı.
Köpek sahipleri büyüklü, küçüklü cins köpeklerini tasmalarından salmışlar, tuvalet
ihtiyaçlarını gidermelerini sabırla ve ağır adımlarla seyrediyorlardı. Yürüyüş yapmayı
alışkanlık edinenler deniz kenarında ya da park civarındaki yeşillik alanlardaydılar.
Akşamcılar havanın kararmasını bekleyemeyip sarhoş, gürültülü kahkahalarını biralara
ve ucuz şaraplara meze ediyorlardı. Hepsinin birkaç yudumdan sonra, gevşemeye, gözleri
kızarmaya, dilleri dolanmaya başlamıştı. Trafik artmış, korna ve fren sesleri sahil yolunda
yankılanıyordu.
Akşamın bu dar vaktinde, balkonunda oturan kadının içini hüzün doldurdu. Verdiği
nefes acı kahve ve tütün kokuyordu. “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısı diline
dolanmıştı.
Aniden yer gök bir birine girdi. Gökyüzü önce morardı sonra yol yol, kalın mavi
damarlar belirdi semada. İnce fakat kuvvetli bir yağmur başladı. Akşamcılar çardakların
altına, kediler kuytulara saklandı. İnsanlar gidecekleri yerlere bir an önce varabilmek için
koşuşturmaya başladı. Dairelerden yeni silinen camlar kirlenmesin telaşıyla kapanan gürültülü
panjur sesleri duyuldu. Balkonlara asılı renk renk çamaşırlar panikle toplandı. Bir tek çalı
diplerinde, ağaç gölgelerinde öpüşen âşıklar romantizme devam edip, istiflerini bozmadılar.
Kadın balkondaydı hala. Pencereyi tamamen kapamayıp aralık bıraktı. Çok da
sevmediği, genzini yakan toprak kokusundan bu seferlik kendini mahrum etmek istemedi.
Tüm bu kargaşa arasında, erken gelen bahara aldanıp açan tek bir papatyanın var gücüyle
toprağa tutunup, sağa sola ve ileri geri savrularak, rüzgâra ve yağmura karşı koymaya
çalıştığını fark etti. Yağmur şiddetleniyor, rüzgâr hızlanıyor, insanlar aceleyle, onu görmeden
etrafından geçip gidiyorlardı. Uçuk sarı ortasıyla, saç teli kadar ince, narin saydam
gövdesiyle ve kar beyazı yapraklarıyla minik bir ay çiçeğini andıran kır papatyası daha çok
direniyordu. Bestekârlara, şairlere ya da fotoğraf sanatçılarına ilham kaynağı olabilecek
bu yaman mücadele kadının dikkatini çekti. Bir yandan kökleri kalın tırnaklara dönüşüp
yumuşak toprağa saplanıyor, bir yandan uçuşan gövdesine söz geçirmeye çalışıyordu. Bir
tek kadın duydu zavallıdan gelen, çocuk çığlığını andıran sesini. “Daha değil, şimdi değil.”
Doğayla inatlaşıyor, o haliyle bir başına koca evrene kafa tutuyordu. Kuduran yel çiçeğin
yapraklarını uçurup önüne katmak, dellenen sağanak toprakta eritip yok etmek istiyordu onu.
Rüzgâr ve yağmur bitkinin eceli olmaya, oysa yaşamaya kararlıydı.
İçi acıdı kadının. Önce aşağı inip papatyayı koruyup, kollamayı düşündü. Üstünü
örtmeyi, etrafını kapatmayı istedi sonra hemen vaz geçti. Ya da dalından koparıp az suyla
doldurduğu ince belli çay bardağına koyup, evinde misafir edebilir, en azından kısa bir süre
daha güzelliğini seyredebilirdi. Bu fikri de sevmedi. Çiçeğin yaşamak için verdiği savaşa
saygısızlık edeceğini düşündü. Bu onun mücadelesiydi, müdahale etmemeliydi. “Diren
papatya cık” deyiverdi. Fırtınadan kaçıp evine büyük adımlarla koşturan genç bir adamın
cılız tek dal papatyayı, kocaman botlarıyla ezeceğini anlayan kadın camı açıp var gücüyle
gırtlağını paralayarak bağırdı. “Dikkat etsene papatyaya, sana diyorum, sana.” Adam onu
işitmeden, saniyeler içinde ezip geçerken çiçeği, kadın kendinden çıkan tiz sese ve verdiği
tepkiye şaşırdı.
Vaktinde fallara nicesini bonkörce feda ettiği, demleyip keyifle çayını içtiği
papatyanın ölümüne ve doğayla harbine tanık olan kadının midesine taşlar otururken, ona
göre katil genç geldiği gibi aynı hızla ortadan kayboldu. Yağmur damlalarına gözyaşları
karışırken, onu kurtaramadığı için hissettiği suçluluk duygusu tüm hücrelerine yayıldı. Giden
nazlı aynı zamanda savaşçı papatyanın ardından kadının evini o kadar da sevmediği toprak
kokusu yerine yas ve üzüntü doldurdu. Bundan sonra her “Papatya gibisin beyaz ve ince”
sözlerini bilindik melodisinde duyduğunda canı sıkılacaktı.
Bir cevap yazın