Yorgundu, başını yastığa koymasıyla uyuması bir oldu. Vakit bu yorgunluğa aldırmadı ve
güneş gösterdi takma altın dişlerini salonun penceresinden, biraz sonra da bir kadın, ellili
yaşlarda, dişleri görünmüyordu; somurtkan, yarı uykuluydu, girdi salondan içeri;
-Hadi, hadi kalk oğlum, hadiii!
Salondaki kanepede uyuyordu çünkü odası yoktu. Bıraksalar iki gün aralıksız uyuyabilirdi.
Bunu tanrı da biliyordu, kadın da. Bu sefer kadın dürterek;
-Hadi uyan bak, uyan artık, dedi. Yüzünü öteki tarafa döndü ve birkaç mırıldanıştan sonra
başını iyice yastığa gömdü.
-Yaa tamam tamam, uyandım işte, kadın çıktı salondan.
Bugüne kadar ne annesi ona günaydın demişti ne kendisi annesine. Belli ki kimse de
annesine dememişti. Ovdu gözlerini sonra duvar saatine baktı, birkaç dakika yatakta
oyalandı.
Doğruldu kanepede, gözleri çoraplarını aradı, elini kanepenin hemen altına attı. Kokladı,
çoraplarını giydi; pijamasının paçalarını çorabın içine sokarak. Çorapları yırtık değildi ama
tekeşti. Üzerine kanepenin başındaki eski kadife pantolonunu giydi sonra da kazağını eline
aldı.
On dakika geçti, geçmedi; içeri elinde beş altı ekmekle geldi. Geldiğinde kanepede bir çocuk,
çocuğun yattığı yerde sofra; sofrada boş bardaklar, yağ, zeytin, peynir; babası, abisi ve
annesi oturmuştu. Kendisi de sofranın altına girer girmez;
-Kapıııı!
Hemencecik kalktı, kapıyı açtı; elinde çaydanlıkla yengesi girdi salona.
Ekmekler poşetten çıktı; şöyle bir dolaştı elden ele, ekmekler taze, sıcak bu arada yengesi
bardaklara çay koyuyordu; çay daha demlenmemişti, ahali farkındaydı bunun ancak ahali
çayın demlenmesini bekleyecek vakitlerinin olmadığının da farkındaydı.
-Hava buz gibi he, sakın güneşe aldanmayın, kıçım dondu, dedi. Güneşse hala; söylenen bu
sözden, salondaki yanan sobadan, kanepedeki yorgandan utanmadan sahte altın dişlerini
pencereden içeriye gösteriyordu. Sofradakilerin ise sanki dişleri yoktu; somurtkandılar ve
ekmeği çiğnemiyor tek seferde yutuyorlardı.
-Semraaaa kızım, gel de iki lokma ye, yine aç gidiceksin bak!
-Bırak anne ya, yemesin anca süslensin o, işi gücü o zaten!
-Yav oğlum dalaşma şu kıza. Kızım sen de çay doldur.
-Bana da kızım.
-Sen istiyo musun?
-Yok, saol yenge, ben çıkıcam şimdi.
-Sen hayatım?
-Bırak, ben doldururum aşkım.
-Olmaz, ver bardağını.
Şöyle bir göz ucuyla baktı duvardaki saate;
-Bu melet de bi yerinde durmuyo, ama çalışırken de ilerlemiyo. Neyse ben gidiyorum yoksa
servisi kaçırcam.
Kalktı sofradan, montunu giyerken;
-Ahan da az kala unutuyordum; anne, baba bu çocuğa dikkat edin bak, sokakta izmariti alıp,
içerken görmüş bizim arkadaş.
-Neyyyyy?
-Öyle neyy der, durursun işte anne. Ben geldiğimde uyuyordu, yoksa göstercektim ben ona;
yaşı kaç pezevengin ya.
-Tamam oğlum, ben konuşurum onla, daha çocuk meraktan içmiştir, içmez o içmez.
-Valla merak marak baba, anlamam ben, biz de öyle başladık, konuşun, bir daha duyarsam
kötü olur söylim.
-Tamam oğlum, tamam!
-Hadi ben kaçtım, deyip çıktı salondan; kız kardeşi geldi; süslenmişti, mutluydu. Belli ki flört
ettiği biri vardı, iki lokma atıştırdı, çıktı. Sonra abisi ve yengesi salondan birlikte çıktı; zaten
bu evden çıkmak için ikisi de gün sayıyordu. Babası bir sigara yaktı, televizyonu açtı, şöyle
baktı bi haberlere;
-Bunların hepsi aynı bok, dedi. Annesi geline söyleniyordu; sofrayı toplayarak.
-Sessiz ol hanım, duycak! Sonra, neyse ben de kahveye gidiyorum, dedi ve çıktı. Annesi de
birkaç kez girip çıktı salona sofrayı toplamak için.
Çocuk hala uyuyordu, kadın da duvardaki saate baktı; vakit erkendi, kendisine sobanın
yanına minderlerden bir yer yapıp çocuğa eşlik etti.
Bütün bu döngüyü dışarıdan gelen duvardaki saat organize ediyordu.
Bir cevap yazın