Sinema tarihinin duayen yönetmenlerinden ve Yeni Dalga akımının ilk temsilcileri
arasında gösterilen Jean-Luc Godard yapımı Serseri Aşıklar (A bout De Souffle), modern
sinemaya geçişin ilk basamağını oluşturuyor. Yeni Dalga akımı ile dönemin teknikleri tamamen
dışarıda bırakılıp montajsız, deneysel çekimlerin kullanıldığı ve kamera-ses tekniklerinde ise
yeni oluşumların yaratıldığı bir döneme girilmiştir. Godard bütün bunları kendi tarzıyla birleştirip
modern insanın hayat döngüsü içerisindeki devinimlerini sosyal bir yapıyla örüp, politik bir
yaklaşımla ele almış. Aynı zamanda devrin bütün basmakalıp yaklaşım ve yöntemlerini reddedip
kendi kurallarını uygulayarak kendisinden sonra gelenlere örnek teşkil edip klasikleşen taraf
olmuştur. Bu dönemin ürünleri olan Serseri Aşıklar (1960),Çılgın Pierrot (1965) Haftasonu
(1967), Bir Artı Bir (1968) filmleri ile büyük bir devrimin adımları atılmış diyebiliriz.
Godard’ın aşkı en özgün, tarifsizce ve doğallıkla anlattığı bu film belkide en yalın haliyle
sunulduğu için adını kült filmler listesine eklemiştir Klasik akımın ritüelinde ilerleyen sinema
tarihinde de daha önce denenmemiş olan konu dağınıklığı ve sahneler arası bağlantısız geçişlere
de sık sık rastlıyoruz ki amacı sadece iyi bir film yapmak olan Godard bunu fazlasıyla başarmış.
Kendi üslubuyla bizleri yormadan bütünsellik içermeyen bir yapım çıkartmış.
Kahramanımız, tam olarak aylak bir adamdır. Kendisini
Humphrey Bogart ile özdeşleştiren ağzından sigarasını
düşürmeyen , aynı model şapkasıyla bir nevi O’nu yaşattığına
inanan Michel Poiccard ‘dır.(Jean –Paul Belmondo) Film
Michel’ın , Paris’e gidebilmek için bir otomobil çalıp,
peşinden de bir cinayete bulaşması ile başlıyor. Paris’e gelip
daha önce bir kaç kez birlikte olduğu Amerikalı genç stajyer
Patricia Franchini ‘yi (Jean Seberg) bulur ve O’nu Roma’ya
kaçmaya ikna eder. Kendisini sürekli zengin bir adam olarak
tanıtan Michel, bu dizgide borç arayarak zorladığı kapılar
açılmayınca çareyi tekrar hırsızlıkta bulur. Heyecan ve bol
diyalogla geçen süreçte Godard’da vermek istediği mesajları Michel’le verir bizlere.
İzleyiciyle bağlarını koparmama adına sık sık hatırlatır kendisini. Örneğin filmin girişindeki araba
sahnesinde ‘’Dağları sevmiyorsanız, denizi sevmiyorsanız, şehri sevmiyorsanız canınız
cehenneme’’diyerek bir çırpıda savurduğu yargılarla aslında kendisinin de umrunda olmadığı bir
yaşamı vurgulayarak kendi felsefesini bir nevi filmine yansıtmış diyebiliriz. Felsefe ve varoluşluk
üzerine de ilgilenen Godard, yansıttığı şeyin sadece bir film olduğunu da bizlere göstermiş
Aslında Godard kafasındaki Amerika’yı anlatmış bizlere. Özellikle filmin yarım saatinin
geçtiği bir otel odası sahnesinde sık sık Michel ve Patricia’nın atışmalarına şahit oluyoruz. Temel
olarak aşka, kadınlara , hayata bakışta Amerika ve Fransa arasındaki çatışmada bakabilme
becerisini gösterip bunu kendince bir ironiyle sunmuş. Hadi uyuyalım dendiğinde ‘’Uyku
hüzünlü bir şey, insan mecburen ayrılıyor, birlikte uyumak deniyor ama doğru değil ‘’ diyerek
bağımlı ruhunun izlerini, koşulların hakim olduğu anlarda bile ayrılığı bir metazori olarak
görüşünü; yaşadığımız şu zamandaki her şeyin sabun köpüğü kıvamında olduğunu belirterek
göndermeler yapmayı da ihmal etmiyor. Haliyle samimiyetinden de şüphe duyamıyoruz. Bunu
özellikle sokak çekimlerinde kendini hatırlatıp bende buradayım der gibi kamera aralarına girip
denenmemişi denemenin tadını çıkarıyor. Aklına eseni yapmıştır aslında Godard örneğin bir
taksi sahnesinde giderken rüzgarı anlatmak için , arabadan inip bir kadının eteğini kaldırarak
bizleri güldürmeyi de unutmamış.
Filmin sonlarına doğru ise tipik bir Amerika ile yüzleşiyoruz.
Hüzünden çok öfkelendiriyor durum bizi. Planlanan durumların
değişmesi ile bir aşığın kendi benliğini öne atıp diğer aşığı
gammazlaması ile sinir katsayılarımızı arttırsa da, durum başta
bizlere ucuz gerekçeler olarak gelebilir. Godard burada
kendince noktalama yapmıştır. Patricia’nın ayrılık sahnesinde
söylediği sözler belkide her şeyi açıklarcasına aşka dair tüm
gerçekliği tüm rengiyle ortaya koyuyor: ’’Konuştuğumuz zaman ben kendimden sen kendinden
bahsediyorsun. Halbuki ben senden, sen benden söz edelim.’’ diyerek bencil olanın aslında
özümüz olduğu, aşkın içimizde yarattığı egolardan arınmış olması gerektiği vurgulanmış. Oysa ki
gerçek aşkta bu tür sorunsallar yoktur gelir ve akışında yaşarız, tüketmeden ve yormadan … Ve
şunu da ekler ‘’ Belkide beni seviyorsun, inanıyorsun da buna, fakat bağımsız değilsin, seni bu
yüzden ihbar ettim.’’ son cümle ile özgür alanlarımızı aslında bizlerin kısıtladığını, bağımlılıkla
kendimizi kandırdığımızı fakat ileri boyutta doğasında olan özgürlüğünü de paylaşmamız
gerektiğini savunmamış mıdır? Kişisel bazda bunun uygulanabilirliği ne kadardır bilinmez ama
böylesine bir duygu geldiğinde ise düşündüğümüz tek şeyin aslında kendi mutluluğumuz olduğu
aleni bir gerçektir. Bu filmi bu kadar sarsıcı yapan şey de düşünemediğimiz gerçekleri yüzümüze
vurup yaşadığımız duyguların gerçekliğini sınamamız olmuştur. Tıpkı Michel’in son sahnede
yerde uzanırken yaptığı gibi sevdiğine gücenmeden, bağımlılık tohumları ekmeden kendince
bir gidişle…
Yönetmen Jean-Luc Godard
Senaryo Jean-Luc Godard, François Truffaut
Oyuncular Jean-Paul Belmondo, Jean Seberg
Imdb puan 7.9
Bir cevap yazın